Mutluluk

fdsafds

Aslanı beklemek…

“Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır…” Dünya edebiyatının köşe taşlarından Anna Karenina’da Tolstoy metne böyle başlar. Anna’nın yaşamına yakından baktığımızda ise mutsuzluğunun irili ufaklı bileşenleri hep çok yakın, çok tanıdık gelir. Mutsuzluklar, kendine özgü kombinasyonlar olsa da belli başlı ortak paydaları vardır. Bu paydaları incelediğimizde karşımıza hemen her zaman iletişim ve etkileşim sorunları çıkar. Mutsuzluk içsel olduğu kadar interaksiyoneldir. Öznelerarası alandaki kara delik, tarafların yaşam enerjilerini, duygularını, doğal bağ kurma yeteneklerini, dolayısıyla mutlu olma ihtimallerini içine çeker, yutar, soğurur. Peki bu kara delik nasıl oluşur?

Uzun bir süredir ailelere doğup ailelerde yetişiyoruz. Ve özellikle izole çekirdek aile, yalıtkan ve yozlaşmaya yatkın doğasıyla hem bireydeki olası patolojinin dallanıp budaklanmasına, hem de mutsuzluğun kök salmasına elverişli ortamı sunuyor. İnsan mutsuz olmayı, mutsuzlukta soluklanmayı, mutsuzluktan beslenmeyi (mecbur kalıp çöplükten beslenir gibi) ailede öğreniyor.

Haklı mı, mutlu mu?

Seans odasında çiftlerle çalışırken sık sorduğum sorulardan biridir; “Haklı mı olmak istiyorsunuz, mutlu mu?” Verilen karşılık genellikle “mutlu olmak istiyorum” dur. Ve çiftler bu cevabı verirken aslında başlangıçta mutlu olmak için bir araya geldiklerini anımsarlar. Mutlu olmak için başlayan bir ilişki ne olur, nasıl olur da mutsuzluk veren bir tırmanışa, yoran, yıldıran, hayattan bezdiren bir yarışa döner?

Çiftler kadın ve erkek olarak ya da hayatı ve yatağı paylaşan iki yetişkin olarak değil, iki rakip ya da birbirini kıskanan iki kardeş gibi ilişki kurmaya başladıklarında; iletişim, duygu ve düşünce aktarımı olmaktan çıkar ve bir müsabakaya dönüşür. Bu noktada bütün dinamikleri güç ve haklılık yarışı belirler. İki taraf da öteki üzerinde iktidar kurmanın, haklı olmanın, haklılığını ispatlamanın, hatta çoğu zaman sadece karşı tarafın haksızlığını ispatlamanın peşindedir.

Özellikle aynı çatı altında yaşamak, bölgesel/mülki (territorial) meseleleri ön plana çıkarır. Taraflar kendi hareket alanlarını korumanın ve bireysel ülke sınırlarında tek başına hüküm sürmenin derdine düşerler.

Günlük hayattaki işlerin nasıl yapılacağına ilişkin en ufak detaylar bile birer çatışma konusuna dönüşür ve mutsuzluk kaynağı haline gelir.

Ötekini değiştirme ve yönetme çabası, ötekinin (dolayısıyla kendinin) duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelmek, ilişkideki tavırlarına, tutumuna ve birlikte yaşanan mekana gerekli özeni göstermemek, ilişkideki mutluluğu önemli ölçüde azaltır. “Sevgi yetmez” denen noktada çıkan komplikasyonların temel sebeplerinden bazılarıdır bunlar. Kirli çorapların çamaşır sepeti yerine salondaki sehpanın altına atılmasından tutun, huzur ve güven veren sevgi dolu bir kucaklaşmanın eksikliğine kadar, çatışma ya da yoksunluk yaratacak, mutsuzluk kaynağı olacak yüzlerce sorun bekler uzun süreli ilişkileri.

Bazen bir tarafın ihmali öteki tarafın dikkat çekme ve durumu değiştirme çabasını tetikler. İhmal eden, değiştirmeye çalışanın çabasını hareket alanının kısıtlanması ve hatta özlük haklarına yapılmış bir işgal harekatı gibi algılar. Böyle algıladıkça savunmaya/ saldırıya geçer ya da ilişkiye ve ötekine kepenk kapatamaya başlar. Karşı tarafın kabuğuna çekildiğini gören çabalayan, kabuğu kırmak ve içeri sızmak için basıncı arttırırsa çatışmalar artar, ilişkiden geri sekişler olur, ortalık ihmal-işgal döngüsünde bir savaş alanına döner.

Bazen ötekinin kabuğuna çarpa çarpa yorulan çabalayan da kendine bir kabuk örer ve içine kapanır. O vakit ilişki kopar ya da temassızlık hali başlar. Çiftler, aynı evde yaşayan, aynı sofrada yiyen, aynı yatağa giren ama gerçek anlamda etkileşime giremeyen, koridorda gözgöze gelmemeye çalışarak paralel hatlarda yürüyüp karşılaşmadan geçen yabancılara dönüşürler. Bu durum çatışmaları minimuma indirir belki ama taraflar ilişkiye yerleşemez (yersiz-yurtsuz hisseder), ilişkiden beslenemez (ilişki içinde serpilip gelişemez), en yakınındakiyle bağ kuramaz (güvensiz, hoşnutsuz, tatminsiz kalır) ve derin bir mutsuzluğa gömülürler.

Yoğun çatışmalı ilişkilerin mutsuzluğu ikide bir patlamakta olan bir volkanın lavları gibi yaşamın yüzeyine dökülüp saçılmıştır. Temassız ilişkilerin mutsuzluğu ise daha dipte ve derinde seyreder, içten içe sessizce kaynar. Hangi paternde olursa olsun çiftlerin mutsuzluğu çocuklara yansır, onları da mizaçlarına göre değişen oranlarda mutsuz eder. Mutsuzluğu çocuğa belli etmemek pek de mümkün değildir.

Aile mirası olarak mutsuzluk…

Mike Mills’in yazıp yönettiği Beginners, çok sevdiğim ve sinematerapi seminerlerimde sık sık ele aldığım bir film. Ebeveynden gelen mutsuzluk mirasıyla baş etmeye çalışan Oliver ve Anna’nın ilişkiye yerleşme çabalarını; Oliver’ın babası Hal’ın ise yetmişinden sonra yaşamayı ve mutluluğu öğrenme sürecini konu alır. Oliver’ın çocukluğuna geri dönüşlerle ve babanın hastalık sürecinden Oliver-Anna ilişkisine kesmelerle 3 ayrı hatta ilerleyen film, ebeveynden çocuğa geçen duygu hali ve mesajların çocuğun yetişkinlik hayatındaki izdüşümünü gerçekçi, akıcı ve son derece estetik bir dille betimler.

Hal neredeyse bütün yaşamını olmadığı biri gibi yaşamış, ancak karısı ölünce eşcinsel olduğunu çevresine açıklayabilmiş ve kendi seçimi olan bir yaşamı sürdürmeye cesaret edebilmiştir. Yazık ki eş zamanlı olarak kansere yakalandığını öğrenir.

Karısı Georgia, Hal’ın eşcinsel olduğunu baştan beri bilir ama gönlünde yatan aslanı bulmuştur bir kere, bırakmaya yanaşmaz. Evliliğin ilk yıllarında Hal’ı değiştirmeye, “iyileştirmeye” çalıştıysa da zamanla yakın olmaktan, sevinci, kederi ve yatağı paylaşmaktan ümidini kesmiştir.

Georgia, mutsuzluğunun fazlasıyla farkında ve etkisinde olan oğlu Oliver’a doğrudan ve dolaylı mesajlarla hep şunu söyler; “Mutsuzluk kaderdir ve bunu değiştirmek mümkün değildir. Yapacağımız en iyi şey, delirmeden durabilmek” Mutsuzluğa dayanamayacak gibi olduğunda bir odaya girip avazı çıktığı kadar bağırmasını önerir Oliver’a. Bir sonraki hayatında kendi gibi sıcakkanlı bir museviyle evleneceğini söyler. Çünkü kocası Hal musevi (sıcak kanlı) değildir. (Mesajın tercümesi; babanla olan ilişkim duygusal ihtiyaçlarımı karşılamıyor, bu yüzden çok yalnız ve mutsuzum. Ama artık bu hayatta yapacak bir şey yok, kısmetse bir sonraki hayata…)

Georgia bununla da kalmaz oğlunun nispeten az da olsa kendi sıcak kanından taşıdığını söyler ve ondan kendisi için tepenin ardına kadar şoförlük yapmasını ister. O sırada 9-10 yaşlarında olan Oliver, heyecanla şoför koltuğuna geçip annesini gezdirir. Ama bir yere kadar. Boyunun yetmediği yerdir orası. Her ne kadar annesi ona kocasının rolünü verdiyse de ikisi de bilirler Oliver’ın annesine koca olamayacağını, babasının açığını kapatamayacağını, annesini bir başına mutlu etmeye gücünün yetmeyeceğini. Yetişkinliğinde kurduğu bütün ilişkilerde de aynı yetersizliği, çaresizliği yaşar Oliver. Yalnız ve mutsuz ana-oğulun gölgesi Oliver’ın başlayıp devamını getiremediği bütün ilişkilerine düşer. Yakından baktığı her kadında henüz sadece bir ihtimal de olsa, annesinin ve annesine denk olamayan çocuk Oliver’ın mutsuzluğunu, çaresizliğini görür. Ve yaklaşmakta olan ilişkinin altında kalmamak için kenara çekilir. Vaktiyle annesiyle olan yakın ilişkisinin altında kalmış ve canı çok yanmıştır çünkü. Hala da yanmaktadır. Çocuklar annelerinin mutsuzluğuyla baş edecek güçte ve donanımda değildir. Bu yüzden kronik depresyon da, genellikle anneden çocuğa geçer.

Mutluluk ve beklentiler

Georgia’nın aksine Hal, hastalığın son evresinde olmasına rağmen mutlu olmayı seçer. Bilinçli bir çabayla inkarda kalmaya ve isteyip de yaşayamadığı ne varsa kalan sayılı günlerine sığdırmaya çalışır. Olmadığı birinin rolünü oynadığı neredeyse bütün hayatı bir yas süreci gibi geçtiğinden “yas”a olan borcunu ödediğini düşünür belki de. Bu yüzden inkardan sonra yaşanması beklenen öfke, pazarlık, depresyon ve kabul evrelerinde fazla oyalanmaz. Kalan günlerini ölmeyecekmiş gibi yaşar.

Baba oğula birlikte baktığımızda ise sanki ölmekte olanın Hal değil Oliver olduğunu düşünürüz. Hal, yaşanan ana ve hazza; Oliver ise geçmişe ve geleceğe dolayısıyla acıya ve kaygıya odaklanmıştır. Hal’ın en büyük endişesi kırkına yaklaşmakta olan Oliver’ın yalnızlığı ve mutsuzluğudur. Oğlunun yaşadığı kederin ve etkileşimsel tıkanmanın, olumlu veya olumsuz beklentilerden kaynaklandığını sezer. Baba oğul arasında geçen bir diyalog, mutluluğun hayattan beklentilerle olan ilişkisini güzel özetliyor:

Hal oğluna sorar; “Diyelim ki küçüklüğünden beri bir aslanın hayalini kurdun. Bekliyorsun bekliyorsun, aslan gelmiyor. Onun yerine zürafa geliyor. Yalnız olabilirsin, ya da zürafayla olabilirsin”

Oliver hiç tereddüt etmeden cevap verir; “Aslanı beklerim”

Babanın cevabı; “İşte ben de senin için bu yüzden endişeliyim”

Ya beklenen aslan hiç gelmezse? Farz edilen aslan (beyaz atlı prens/ güzel ve masum prenses…) yeryüzü şartlarında mümkün değilse? Ya zürafalardan sakınmak için farz edilen aslanın gölgesinde yaşıyorsak? Ya biz de zürafaysak ve türdeşlerimize tahammülümüz yoksa? Ya beklediğimizi sandığımız aslan, olmak istediğimiz kişiyse…

Beklediğimiz sürece, askıya aldığımız varoluşumuz (sırf askıda olduğu için belki de) bunu bilemeyecek. Rollerimiz, dolayısıyla benliğimiz ancak eylem içinde gerçeklik kazanıyor çünkü. “Eylem her zaman mutluluk getirmez ama eylemsiz mutluluk yoktur” diyen William James’e göre mutluluk da aynı bizler gibi varoluyor. Anda ve akışta…

Mutluluk öğrenilebilir mi?

Aile, mutluluk üzerinde son derece belirleyici bir faktör. Ama şunu da unutmamak gerek; alim de zalim de ailede yetişir. Ve ikisi de aynı aileden çıkabilir. Zalim, her şeyden önce kendine zalim ve sonuç olarak mutsuzdur. Alimse çoğu zaman zulmün/ mutsuzluğun üstesinden gelebilmek için alim olur. Ve bazen çocuklar, ebeveynlerinin mutsuzluğuna karşı kendilerini savunurken güçlenir, hem kendileri hem de başkaları için mutsuzlukla baş etmenin özgün yollarını keşfederler. Bir çok sanatçı, bilim adamı ve psikoterapist, insan canlısının bu dönüştürücü ve iyileştirici özelliğine örnektir.

Özellikle derin katmanda kurulan bağlar, karşılıklı anlayış ve dayanışma zemininde yapılanabilen ilişkiler, köken aileden gelen mutsuzluğa direnişin en güçlü desteğidir. (Oliver ve Anna’nın ilişkisinde olduğu gibi)

Hayattını alacaklı gibi yaşamak garantili mutsuzluktur. Ebeveynden tahsil edilemeyen ve vazgeçilemeyen alacakları yanlış kişilerden yanlış yöntemlerle tahsil etmeye çalışmak, kabul ve onayı yanlış yerde aramak ve bir türlü bulamamak, önemli bir mutsuzluk sebebidir. Aileden kalan mutsuzluk mirasını reddin yanı sıra, geçmişe dönük muhasebe defterlerini fark etmek ve uygun şekilde kapatmak, mutluluk için yeni bir sayfa açabilmek adına kilit faktördür.

Mutluluğu sadeleştirmek

Mutluluk temel itibarı ile idrak, kabul ve tercih meselesidir. Sorunların farkındalığı, değişmezlerin kabulü, değişebilirleri değiştirme kararı ve bütün bunları yapmak için adım atma cesareti… Mutsuzluk-mutluluk hattında bizi mutluluğa yaklaştırabilecek olan faktörler. Tabii, değer-inanç ekseninde mutluluğu nereye koyduğumuz da önemli. Mutluluk salaklıkla ya da cehaletle tanımlıysa onu seçmek ve görünce tanımak haliyle çok daha güç olacaktır. Mutluluğu değersizleştirip, mutluları aşağılamak, depresyonu da idealize eden dolayısıyla kronikleştiren tutumlardır. Bu bakımdan mutluluğa yapılan atıflar üzerinde durmak ve düşünmek gerek.

Atıflar konusunda mutluluk da sevgi gibi sakin ve sade tutulması gereken bir olgu. Sevgiye ne kadar çok soyutlama atfediyorsak, sevdiğimizin her dikkatsizliğinden “beni sevmiyor”u çıkartma ihtimalimiz artar. Benzer şekilde, mutluluğa ne kadar çok anlam yüklüyor, atıfta bulunuyor ve onu karmaşıklaştırıyorsak kendimizi mutlu addetmek de o kadar zorlaşır.

Atıflarımızı gerçekçi sınırlar dahilinde tutup mutluluğun bize özgü tanımını sadeleştirdiğimizde onu görünce tanımak da kolaylaşır. Yaşarken mutsuz geçtiği düşünülen dönemlere yıllar sonra dönüp baktığında o zamanlar aslında mutlu olduğunu fark eden çoktur. Mutluluğu mutluyken algılamak (görünce tanımak) olgunlaşmanın bir göstergesi olsa gerek.

Bana göre mutluluk…

Mutsuzluk mutluluğa göre daha somut gelir bana. Neredeyse elle tutulup gözle görülen, evrilip çevrilebilen, rengi, kokusu, tensel bir hissi olan ve hatta parçalara ayrılıp tekrar birleştirilebilen bir nesne gibi. Belki de psikoterapi pratiğinde temelde mutsuzlukla ilgilendiğimiz ve sürekli olarak mutsuzluğu anlamaya, anlatmaya ve dönüştürmeye çalıştığımız için öyle algılıyorum. Ama duygusal olarak da daha kesif, daha yoğun, daha oluşmuş, meydana gelmiş bir yapısı, içinden geçilirken hissedilen daha yüksek bir atmosfer basıncı olduğu söylenebilir mutsuzluğun.

Mutsuzluğu neredeyse birinin kucağına koyabilirsiniz ve o biri gerçekten de fiziksel olarak hisseder ağırlığını. İnsanın eline, koluna, bağrına çöker mutsuzluk, kasları, kemikleri ağrıtır.

Mutluluksa hiç kucağa alınabilecek, yük olacak bir şey gibi gelmiyor. Hatta o bizi taşıyor olabilir. Bir evrenden başka bir evrene, bir oluştan başka bir oluşa… İçinde yüzdüğümüz bir nehir gibi… İnsanı bazen kucaklayan, bazen arkasından iten, bazen coşturan bazen dinlendiren ama hemen her zaman arıtan, tazeleyen, yenileyen, güç veren bir duygu. Gerçek olduğu kadar metafizik, somut olduğu kadar metaforik. İçindeyken yakaladığımız ya da sonradan farkına vardığımız kısa ve güzel anların toplamı…

Mutluluk, bireyin andaki varoluşunda ve öznelerarası alanda saklı bir ihtimal, bir potansiyeldir. Mutsuzlukla baş etmeyi öğrendiğimizde mutluluk kendiliğinden varolur ve bizi hazırlıksız yakalar. Dolayısıyla mutluluğu öğrenmek için hazırlıksız olmayı da öğrenmek durumundayız. Belirsizliğe karşı cesaretimiz (hazırlıksızlığımız) arttıkça mutlu olma ihtimalimiz de artar.

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Mutluluk temalı 41. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart