Nefret

fdsafds

Düşman kim, düşman nerede?

Öfke ve nefret, birbirine karıştırılan duygular. Geniş bir kesişim kümeleri olmasına rağmen oldukça farklılar: Öfke bir duygu, nefretse yüktür. Öfke akışkanken, nefret kaskatıdır; sirayet ettiği dokuları da dondurur, katılaştırır. Öfke akuttur, nefret kronik. Öfke ifade edilebilir, anlaşılabilir; nefretse dilini anlayamadığımız dayanılmaz bir gürültü, ruhsal kakafonidir. Öfke bir şeylerin yolunda gitmediğinin habercisidir, nefretse yoldan çoktan çıkmış olmanın bir sonucu… Peki nefret dolu insan, nefret dolu toplum, yoldan nasıl çıkmıştır?

İçteki düşmanın dıştaki tezahürü

“Olmak istemediğimsin!”

Duygusunu yaşamasına, ifade etmesine, spontan davranışına izin verilmeyen, fizyolojik, psikolojik ve sosyal ihtiyaçları karşılanmayan, yaşam enerjisinin yolu kesilen, dolayısıyla kendi gerçekliğine, kendi varoluşuna yerleşmesine engel olunan çocuk; sahte bir varoluşa, öfke ve nefretle belirlenmiş bir yaşama sürüklenir.

Çocuğun kendisi olmasını engelleyen katı, despot, cezalandırıcı, korku salan ya da soğuk, uzak, kayıtsız ebeveyn, çocuk tarafından nesnel bir bakışla olumsuz ve yıkıcı bir otorite figürü olarak algılanıp değerlendirilemez. Çünkü çocuk, dış dünyada varlığını kendi başına sürdüremeyeceğini, hayatta kalmak için ebeveyne bağımlı olduğunu bilir. Bu yüzden ebeveynin kayıtsızlığı ya da zulmü, kabul edilebilir ve anlaşılır olmaktan çok uzaktır çocuk için. Dolayısıyla uğradığı mezalime katlanabilmek uğruna kendini kandırmaya, zalimi (zalim algısını) eğip bükmeye, onu yenir yutulur hale getirmeye çalışır.

Çocuk zamanla; dışlanmayı, ezilmeyi, ötekileştirilmeyi, sürekli cezalandırılmayı, ebeveynin hayatla baş edemedikçe dövüp durduğu kum torbası olmayı kendi içinde normalleştirir ve kanıksar. Çocuğa göre bu kötü tutumlar, ebeveynin kendisiyle ilgilenme biçimidir. Hatta ebeveyn sevgi ve ilgisini bu şekilde göstermektedir. “Normali de, olması gereken de budur” Çocuk bir yanıyla kendini buna inandırır, durumu böyle kodlar, çünkü başka türlü bir varoluş görmemiş, tanımamıştır. İnsanların eşit haklara ve özgürlüklere sahip olabilecekleri, denk ilişki kurabilecekleri, çekiç ya da çivi olmadan da varolabilecekleri aklına bile gelmez. Ya mazlum olacaktır ya da zalim.

Çocuk, kendilik inşasında ebeveynin kötü tutumlarını (her şeyden önce ebeveynle baş edebilmek için) içselleştirir, kendine mal eder. Çaresiz kaldığında mağduriyetine yatıp yakınmaya; fırsat bulduğunda ise zulmetmeye başlar. Mazlum zamanla zalime böyle dönüşür. Hem içindeki zalimi kaşıyıp harekete geçiren dışarıdaki muzlumdan, hem içindeki kendini gerçekleştirememiş mazlumdan, hem de dışarıdaki mazluma olduğu kadar içerideki mazluma da zulmeden içsel zaliminden nefret eder. Ötekine duyulan nefret, bu yanıyla kendilik nefretidir.

***

Kabul edilmesi zor olanı, tıpkı bir ateş topu gibi, kucağına düştüğü anda bir başkasına fırlatır güçsüz insan; “Ben değil sen kötüsün, ben değil sen eziksin, ben değil sen yetersizsin…” Kötülüğü nasıl dönüştürebilirim, ezikliği nasıl anlamlandırabilirim, yetersizliği yeterliliklerimle nasıl dengeleyebilirim diye düşünmek ve harekete geçmek yerine bu özelliklerini ötekine yansıtmak ve ötekinden nefret etmek daha kolay gelir. Çöpünü boşaltmak için bir suçlu arar, dışarıda, kendi dışında. Yarım ve eksik kalmak pahasına da olsa; yüzleşmenin, var olanı kabulün acısından kaçar. Yaşam tarzının, beğenilerinin, mensubu olduğu grupların, kendi kendinin fanatiği olur.

Fanatizm, gerçeklikle baş edecek donanımı olmayanın savunma stratejisidir. Patolojinin pazarlıkla ucuzlatılmış ya da taksitlendirilmiş halidir. Kişi içeride bölünmektense dışarıda bölünür; iyiler-kötüler, keyifliler-ezikler, bizim takım-onların takım, benim ırkım-ötekinin ırkı… Ama hayat, ucuza getirmeye çalıştıkça pahalıya patlar. Kolaya kaçarken de büyük bedeller öder insan.

***

Doğal akışına izin verilmeyen, tıkanan, baskılanan yaşam enerjisi (Eros); zamanla yıkım ve ölüm enerjisine (Thanatos) dönüşür. Yaşamasına izin verilmeyen insan, yüce atıflarla ölümü, yüce amaçlarla öldürmeyi sever hale gelir. Bir yücelik, büyüklük, ihtişam yanılsamasına ihtiyaç duyar çünkü ruhsal olarak küçük, zayıf, ezik kaldığının içten içe farkındadır. Yetersizlik ve değersizlik duygusundan kurtulmak için de muktedir, muzaffer, muhteşem bir figür arar ve bulduğunda onunla özdeşleşir. Fanatizmin ve faşizmin dinamiklerinden biri özdeşim üzerinden kimlik edinmektir. Birey zavallı bilmemkim olmaktan büyük bir takımın/grubun destekçisi olmaya, yüce bir ırkın neferi olmaya terfi eder.

“Adolf Hitler delinin tekiydi, peki milyonlar onu neden takip etti?” noktasında, Hitler’in yaptığı şudur: Bir toplumu (Musevileri) kötüleyip ötekileştirerek düşman ilan etmek. Güçsüz çoğunluğun içindeki kendilik nefretine bu atanmış düşmanı hedef göstermek. Böylece kendilik nefretinin kitlesel olarak düşmana yansıtılmasını sağlamak. Bu sayede hem suçluluk ve utanç duygusunun basıncını azaltıp güçsüz bireyin içindeki yıkım enerjisini harekete geçirmek, hem de nefretin yıkıcı eyleme dönüşmesi için gerekli toplumsal zemini hazırlamak. Ve bu koşullar sayesinde bir üstünlük yanılsaması yaratarak, ayrıcalıklı özdeşim kimliği pazarlamak. (Benim ırkım üstündür. Ben de üstünüm. Dünyaya hükmedeceğiz. Bu yolda her şey mübah…)

Ve fakat, özdeşim üzerinden edinilen bu derme çatma kimlik, her an dağılma tehdidi ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla kişi sürekli defanstadır. Bu defans, gerçekliğin kabulünü neredeyse imkansız kılar. İlkel savunmaların yapı taşı olan inkar ve bastırma, özdeşimle kazanılmış kimlikte çok daha güçlüdür. Faşizm, inkar ve bastırmayla karakterize bireysel defansın kitlesel doz aşımıdır. Bu yüzden yalanın toprağında yükselir; eşduyum, şefkat, merhamet gibi içsel zayıflığı, kırılganlığı açığa çıkartma ihtimali olan duygulara erişimi engeller.

Farklılaşmış bireye duyulan nefret

“Olamadığımsın!”

Özellikle bizimki gibi sınırların bulanık, insanların iç içe olduğu, kolektivist toplumlarda; ayrışmış, farklılaşmış bireye nefret duyulur. Sınırını çizebilen, mesafe koyabilen, ilişki aralığını kollayabilen, öz-disiplini ve öz-saygısı yerinde, doğrudan ve açık iletişim kurabilen, işlerini ötekileri idare edip günü kurtararak değil rasyonel ve progresif yöntemlerle yapan, sorunlara reaktif/yakınmacı değil proaktif/çözümcü yaklaşan, köken ailesinden ve ümmetten farklı düşünüp davranabilen bireyler çoğu Türk insanında karmaşık duygular uyandırır.

Sorumluluk almış yetişkin bireyliğin göstergesi olan bu özellikler, çoğunluğun çocuk ve ergen kaldığı toplumumuzda züppelik, elitlik, entellik, Beyaz Türklük vs.olarak kodlanır. (Tabii bu yakıştırmalar yukarıda sayılan özelliklere sahip olmayanlar için de yapılır. Kitap okumayan ama ötekinin ciğerini okuyabilen bir toplum olduğumuz için herkes herkesi –nasılsa gerçek anlamda karşılaşmadan- çok iyi tanıdığını zanneder ve kendince kategorize eder)

Durumun ayırdında olmayan, farklılaşmış bireyi tümüyle yabancı algılar. Bireye karşı tavır; alay, taşkınlık, kabadayılık, fırsat bulunduğunda açıkça saldırıdır. Durumun biraz olsun ayırdında olansa farklılaşmış yetişkin bireyin yarattığı karmaşık duygunun kokusunu alır. Ağırlıklı olarak haset duygusudur bu. Yetişkinin hayata karşı tavrı ve duruşu, ona bakan çocuk ya da ergen bireyin eksiğini, yetersizliğini vurgular. Suçlulukla karışık bir öfke de vardır hasetin içinde. Kişinin kendine olan borcu su yüzüne çıkar. Yetişkin bireye olan tavır yine saldırıdır ama daha dolaylı olarak; sözel aşağılama, değersizleştirme, kurnazlıkla hizalama çabası, şartlar elveriyorsa mobbing şeklinde ortaya konur. Haset uyandıran göz önünde oldukça haset duyanın kendilik nefretini aktive eder. Haset duyan çoğu zaman oturup bunun üzerine düşünmez ve nefretini haset uyandırana boca eder. Zeki ve çalışkan öğrencilerin okullarda, yetkin ve donanımlı çalışanların işyerlerinde maruz kaldığı şiddetin kaynağı da kendilik nefreti ve haset duygusudur.

Hayranlık, aşk, nefret…

“Olmak istediğimsin!”

Hayranlık; yoğun yansıtma, özdeşim ve idealizasyonla gerçekleşen bir işgal harekatıdır. Aşk gibi. Hayranınız sizi yüksek bir rütbede sabitler, zihnindeki senaryoyu size yansıtır ve kendini sizin üzerinizden yaşamaya başlar. Çoğu zaman size bir misyon yükler; onun yapamadıklarını yapma, yerine getirme misyonu. Onun yerine o olma, onun benlik ideali olma misyonu. Ve bu misyonu yerine getiremediğinizde ya da reddettiğinizde, hayranınızın gözünden düşeceksiniz ve büyük bir gürültü kopacak ve kim bilir neler olacak…

“Çok önemli bir hayranınızım” cümlesi gizli bir tehdit de içerir. Meali: “Bana yanlış yapma, yoksa hayranın olmam, düşmanın olurum!” (Bu cümle kalıbındaki “önemli” sözcüğü ayrıca dikkate değer; “Sana hayran olan ben önemliyim asında. Ya da; sana önem katan benim hayranlığımdır. Hayranlığım senin kaidendir. Hayranlığımı geri çeksem altın boşalacak ve bütün önemini yitireceksin”)

“Güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa” diyen Veysel’in dizelerindeki gibi, hayranın bu duygusu da gerçektir aslında. Hayranlık ilişkisinde hayran olunanın spekülatif değeri; doğrudan doğruya hayranın bakışı, hayranın atfıdır. Hayranlık duyulan; aşık olunan kişi, fanatikçe sahiplenilen takım/grup/ideoloji, ya da uğruna ölünecek bir diktatör olabilir. Hepsinin ortak paydası; arzu ve özlem duyulan benlik idealinin tezahürleri olmalarıdır ve temelde hayranın eseridirler.

Peki hayran, hayran olunanın görece objektif gerçekliğiyle karşılaştığında ne olur? Hayran olduğunun ona yüklediği değere layık olmadığına hükmettiğinde… Hayranlık yatırımı üzerinden yaşamakta olduğu ideal kendilik kırılıp tuz buz olduğunda… O vakit hayran, bakışını ne yöne çevirecek? Ortalığa dökülüp saçılan atıflarını ne yapacak? Hayranlığın nefrete hızla evrildiği kırılma noktasıdır bu. Aşkın adı da bu yüzden sık sık nefretle birlikte anılır.

Yoksunluktan doğmuş bir olgudur hayranlık. Parçalanıp dağılırken ona bağlanmış olan dokularda hasara neden olur. Nefret bazen bu hasarın yarattığı hınç duygusudur. Yoksunluğa geri dönüş can yakar çünkü. Başladığı yerden çok daha derinde, dipte bulur insan kendini.

Nefret Üzerine…

Bir kopuş, bir kayboluş…

Nefret eşduyumun yitimidir. Bir diğer canlıyla aradaki bağın kopması.

Ötekini görememek, onu anlayamamak, ona nasıl karşılık vereceğini, ona göre nasıl konumlanacağını bilememek… Bu bilemeyişte kaygı vardır, korku vardır. Bu yüzden nefret korkaktır.

Aç kalbin gurultusu…

İnsan sevilmek ve anlaşılmak ister. İlgiye, şefkate, anlayışa, kabule aç oluş ve bu açlığın bir türlü doymayışı, nefrete zemin hazırlar. Susuz kalmış kuru bir dalın kolayca kırılıvermesi gibi, sevgi ve anlayışa aç bireyin duyguları kolayca nefrete dönüşebilir. Nefret, sevgi açlığıyla baş edemeyenin çırpınışıdır.

Yok sayılanın dışa sızması…

Kimden nefret ettiğimiz, kişiliğimizi, korkularımızı, gizli eğilimlerimizi ele verir. Gezi parkı eylemleri sırasında 30’lu yaşlarında bir erkeğin kurduğu cümle: “Yere batsın o park, zaten ibnelerin buluşma yeriydi!”

Hassasiyetler ve nefret

Nefret, kırılganlık ve yaralanabilirlikle (hassasiyetle) yakından ilgilidir. Hassasiyet söylemi nefret söyleminin kıyısında, hatta ikisi iç içedir. Hassasiyetleri, geçmiş yaşantılar ve engellenmişlikler kadar değer ve inançlar da belirler. Ruhsal deri nerede inceliyor, nerede kolayca yaralanmaya, enfeksiyona açık hale geliyor… Tüm bunlara bakıldığında karşımıza değerler, inançlar ve neden oldukları yatkınlıklar çıkar.

Sadizm ve nefret

“İnsan kendi acısından uzaklaştıkça sadistleşir” diyor Arno Gruen. “İnsanlar kendi gerçek acıları için haykıramadıkları sürece, bir Hitler karşısında daima etkilenmeye açık olacaklar…”

Acıların yok sayıldığı, örtbas edildiği, yasların tutulamadığı koşullarda güçsüz insan, bir başkasının uğradığı zulümden ve hatta ona zulmetmekten haz alır hale gelir. Kaçıp kurtulduğunu zannettiği acının şuursuzca peşine düşer ve onu bir başkası üzerinden yaşamaya çalışır. Sadist de mazoşist kadar cezasının peşindedir. Sadizm, içerideki kendilik nefretinin dışarıda eyleme dökülmesidir.

Engellenmişlik duygusunun yarattığı nefret…

Modern yaşam engelli koşuya benziyor. Küreselleşme adıyla servis edilen köleselleşme süreci, dünyanın her yerinde emeğiyle yaşamak zorunda olan bireyin hayatını günden güne daha da zorlaştırmakta. Yaşam zorlaştıkça, engeller çoğalıp yükseldikçe bir diğeriyle bağ kurmak yerine onu da bir engel gibi algılamaya başlıyor insan. Süreklilik arzeden engellenmişlik duygusu, sevme yeteneğini körelttiği gibi, nefrete de evrilebiliyor. Okşanmak isteyen bir baş, tutulmak isteyen bi el, şefkatli sözler duymak isteyen bi çift kulak olduğumuzu unutturuyor hayat.

Nefret nasıl diner?

Bireyin yaşadığı ezme-ezilme ve nefret döngüsü bağlamında, ebeveynin ebeveynine ve daha gerilere bakarsak, kuşaklardır sürüp gitmekte olan bir ruhsal geçişlilik görürüz. Genetik bir fay hattı kırığı gibi. Ancak bu zinciri kırabilenler, içsel zayıflıkla yüzleşip baş edebilenler, ego gücünü dışarıda aramak yerine kendi içinde inşa edebilenler, başkalarıyla denk ilişki kurabilenler, kendilerini nefret döngüsünden kurtarabilir.

Nefreti dönüştürecek olan güç cesarettir. Kendi içindeki nefret odağıyla karşılaşma cesareti. Kendi içindeki yetersiz, değersiz, çaresiz hisseden, korkan, canı yanan, ağlayan çocuğu kucaklama cesareti.

Nefret bir kuşatmadır. Nefrete düştüğümüzde nefret duygusu bizi kapsar, sürükler, duvarlara taşlara çarpar, yaralar, parçalar, eksiltir, hasta eder… Bu kuşatmayı hissettiğimizde kendimizi düşmanca dışa vurmak yerine içe dönmek ve içeriyi anlamaya çalışmak gerek. Çünkü düşman dışarıda değil, içeridedir. Kadim bir bilgi olarak “kendini bilmek” nefretin en kuvvetli panzehiri olsa gerek.

 

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Nefret  temalı 42. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart