“An”da olmak

fdsafds

“AN” meselesi

Hazırlık yapmadan hazır olmak…

Modern insanın en büyük sorunlarından biri anda ve spontan olamamak. Akıl başa sonradan gelir. İnsan o anda verilmesi gereken tepkiyi, saatler sonra uyumak üzere yatağa girdiğinde sezer: “Şimdi olacaktı ki, ona şöyle diyecektim, öyle değil şöyle yapacaktım!” diye yakınır. Dostoyevski karakterleri gibi…

Spontanite, yaşanmakta olan anda, şimdi ve burada ortaya çıkar. Doğru yer ve doğru zamanda; uygun, yeni ve yaratıcı tepkiyi verebilme yetisidir. Bütün canlılara özgü yapısal bir özellik olmasına rağmen, kendi kültürel ve toplumsal doğasını yaratmış olan insan canlısında büyük oranda erozyona uğramış durumda. Bize en yakın türlere, diğer memelilere göre çok daha az spontanız, çünkü çok fazla görev, sınav ve yapay kaygı ürettik. Buna bağlı olarak, hayatta ve işlevsel kalabilmek adına konserve roller ve konserve davranışlar geliştirdik. İnsan; örneğin eş, baba, ya da beyaz yakalı plaza çalışanı rollerinde; normal kabul edilen bir çerçeve içinde herkes nasıl davranıyorsa öyle davranır, norma göre riskli sayılabilecek farklı davranış ve tutumlarını budar, o anda yaşanmakta olana değil, sosyal olarak neyin kabul edilir olduğuna ya da dışarıdan nasıl göründüğüne odaklanır. Bu ezbere yaşam, insanı duygularından olduğu kadar yaşam kaynaklarının en önemlilerinden olan spontanite ve yaratıcılıktan da uzaklaştırır. Yaratıcı olabilmek için spontan olmak, spontanite için ise anda olmak gerekir. Peki anda olmak’tan ne anlıyoruz?

Anın çok ama çok küçük bir zaman birimi olduğunu ve biz daha farkına henüz varmaktayken geçmiş zamana karıştığını göz önünde bulundurarak, D. Winnicott’ın “yeterince iyi anne” kavramı gibi “yeterince anda olmak”tan söz edilebilir belki. “Anı yaşamak” ya da “anda olmak” derken, yeterince anda olmayı kast edebiliriz ancak. Şu anı kapsayan, şu ana en yakın geçmiş ve gelecek dilimi içinde olmak… Olabildiğince dar bir parantez içinde zamana tutunmak ve o zamanı genişletip içine bütün varlığımızla yerleşebilmek… “Dolu dolu yaşamak” dediğimiz; içini doldurabildiğimiz, içine yerleşebildiğimiz anların çokluğunu ifade eder.

Merak, sevinç, şefkat, heyecan gibi hayati öneme sahip duygulara erişimi sağlamak ancak anda olmakla mümkün. Anın dışına savrulduğumuzda bütün bu duygular biz farkına varmadan körelirler. Geriye keder ve kaygı kalır. Çünkü geçmiş kederin, gelecek kaygının vatanıdır.

“Tarihin öyle bir döneminde yaşıyoruz, değişim o kadar hızlı ki, şu anı ancak gözden kaybolurken görebiliyoruz.” Diyen R. D. Laing’i kaybedeli 27 yıl olmuş. Bir de bugünü ve hatta 20 yıl sonrasını düşünün… Hızlandıkça daralan, daraldıkça bizi de daraltan bir olgu zaman. Bu yüzden de günümüz insanı büyük oranda kaygı bozuklukları ve depresyondan muzdarip.

Kapitalist sistem, bireye “Carpe Diem!” (anı yakala, andan keyif al) buyururken, “Küçük malları tüketmeyi sakın unutma, daha büyükler için de yarını bekleme, kredi kullan şimdi tüket!” mesajı verir. Sistem için anı yakalamak, anbean tüketim, dolayısıyla daha çok üretim demektir. Sistem bireyi ana ve anlık hazlara sürerek, çarkını döndürebilmek için gereken organik enerjiye yatırım yapar. Bunu yaparken de bireyi andan koparıp yarına eker. Bugün değilse yarın, o ayrıcalıklı varoluşa ulaşılmalıdır. Böylece bugünün dayatılmış isteklerine ulaşamamış, bu yüzden de yetersiz, değersiz, önemsiz hisseden bireyi, yarına borçlandırılmış olur. Maddi ve/veya manevi bir borçtur bu. Kredi kullanılmamışsa bile hayali bir yatırım vardır yarına. Dolayısıyla birey, gelecekte yaşamaya başlar. O lüks arabayı, o rezidans katını aldığı gün gelecektir ve hayat işte o zaman başlayacaktır. Ve tabii bütün bunlar için kendine ve banka hesabına yatırım yapmakta geç kalmış olanlar, pişmanlıkla geçmişe savrulur, kendilerini suçlar, beceriksizlikleri yüzünden kendilerini ya da en yakınlarını cezalandırır… Geleceğe borçlu, geçmişe düşman bireyin çilesidir kapitalizm.

Diyelim ki birey, sistemin yarattığı yanılsamaya kapılmadı, yine de günümüz kent yaşamında, modern hayatın bitmez tükenmez talepleri ve geleceğin belirsizliği karşısında işi zor. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, çocuklarını büyütmek için çalışmak, bir işten ötekine koşturmak, üstüne üstlük bunları yaparken zar zor kurduğu iç ve dış dengeleri de korumak zorunda olan birey, bir köşeye çekilip budist rahipler gibi bağdaş kurarak ana inemeyeceğine göre, nasıl inecek?

Canlı ya da cansız bir varlıkla etkileşim ve/veya eylem içinde olmaksızın anda olmaktan söz etmek zor. Çünkü “an” dediğimiz şey de mutluluk gibi, kovaladıkça kaçan ateş böceği misali, ona odaklandıkça çözülüp dağılan, ona doğru zıpladıkça kenara çekilip bizi boşluğa bırakan tekinsiz bir zemin. Zaman, evrenin bize komik gelmeyen espri anlayışı olabilir mi?

Psikoterapide anda olmak

Anda olmak, bağlantıda olmaktır. Onca parazitin arasında doğru radyo frekansını bulup müziği duymaktır. Birbirini tekrar eden yüzlerce paterne şaşı bakıp, geri planda gizlenmiş üç boyutlu resmi görebilmektir… Bir başka canlıyla (insan, kedi ya da ağaç) veya yeryüzünün diğer unsurlarıyla (bulut, nehir ya da dağ) uyum içinde devinmeye, soluklanmaya başladığımız an, doğru frekansı yakalarız. Bu; onca yorucu, yıpratıcı, duyguları soğuran, kulakları sağır eden parazite rağmen, kırsala göre kat kat zor olmasına rağmen, kent yaşamında da mümkün.

İnsanın anda olabilmesi için, onu dibe çökerten ve geriye çeken duygularla (keder gibi) ve oluştan dışarı, ileriye fırlatan duygularla (kaygı gibi) baş edebilmesi gerek. Bunun için de o duyguların farkına varması, onlarla yüzleşmesi, onları anlayıp anlamlandırabilmesi, onların içinden cesaretle yürüyüp geçebilmeyi öğrenmesi gerek. Gerçek anlamda farkına varış ve yüzleşme, ancak anda, şimdi ve burada gerçekleşebilir. Çünkü asıl bilgi andadır. Duygunun bilgisi de; ne, neden, nasıl sorularının cevabı da andadır. Bu yüzden psikoterapide “şimdi ve burada” önemlidir. Şimdi ve burada olana içeriden ve dışarıdan bakabilmek, değişimi mümkün kılar.

Anda olmanın temeli karşılaşmadır. Farkına varmak; bir duyguyla ya da gerçeklikle karşılaşmaktır. Yüzleşmek de aynı şekilde, karşılaşmaya cesaret etmek anlamı taşır. Terapi ve değişim süreci, farklı katmanlarda karşılaşmaların toplamıdır aslında. Terapistin varoluşuyla danışanın varoluşu karşılaşır. İki tarafın hikayeleri, duyguları, metaforları karşılaşır. Bunların hepsi şimdi ve burada gerçekleşir. Evet, danışan çoğunlukla geçmişten söz eder; başından geçenleri, ya da geleceğe dair kaygılarını anlatır. Ancak, özellikle deneyimsel temelde yapılanan bir terapide bütün bu duygusal materyal, şimdi ve buradaya getirilmeli, geçmişe de geleceğe de yaşanmakta olan anın kaynaklarıyla, terapistin andaki desteği, eşliği ve rehberliğiyle bakılmalıdır.

Değişim bir süreçtir, terapinin her anı da bu değişim sürecinin bir parçası. Danışan terapiye bir şeyleri değiştirmek için gelmiştir ve seans sırasında terapist gerekli eşlik ve müdahaleyi yapıyorsa, bir çok şey anbean değişmektedir. Ama bazen arzu edilen değişim zaten olmaktayken; “Peki ama nasıl?” diye sorar danışan. “Nasıl olacak? / Nasıl yapacağım? / Nasıl değişeceğim?”

“Nasıl” içeren bu sorular karşısında yetersiz hisseden terapist, şimdi ve burada olamaz hale gelir. Çünkü anın bilgisini kaçırmıştır. Şimdi ve burada olan, danışanla gerçek bir terapötik ilişki kurmuş, onun duygusuna eşlik etmekte, onun hızında yürümekte, onun gerçekliğine onunla birlikte bakmakta ve anlamaya çalışmakta olan terapist, nasıl sorusu karşısında yetersizlik duygusu değil, yalnızlık duygusu hisseder. Yalnızlık duygusu faydalı uyaran olarak terapiste danışanla arasında bir bağlantı kopukluğu olduğu bilgisini verir: Danışan “nasıl” sorusunu sorduğunda şimdi ve burada olmaktan çıkmış, anın dışında bir yere savrulmuş, sisli ve bulanık bir zamandan seslenmekte, reçete istemektedir. “Bana ne yapacağımı söyle!” der. “Buradan çıkıp eve gittiğimde, yarın akşam, üç gün sonra, o korktuğum şey başıma tekrar geldiğinde ne yapacağımı söyle. Her durumda yutabileceğim ilacı yaz, her kapıyı açacak anahtarı ver, her şifreyi kıracak parolayı söyle…” İnsan bu mutlaklığa ihtiyaç duyduğunda, andan kopmuş demektir. Reçete isteyen danışan karşısında yetersiz hisseden terapist de danışanla birlikte andan kopar ve savrulmaya başlar. O mutlak reçeteye, anahtara, parolaya haiz olmayışının kaygısıyla telaşlanır. Ya da alet çantasından az çok işe yarayacağını düşündüğü standart bir reçete, anahtar ya da parola çıkarıp danışanın eline tutuşturur. (Çantasındaki standart alet edevata fazlaca güvenen ve “nasıl” soruları karşısında kendini fazlaca yeterli hisseden terapist de ayrı bir inceleme konusudur).

“Nasıl” sorusu karşısında yalnız hisseden, yani anın içerdiği bilgiye ulaşabilen terapistin yapacağı en doğru şey; ilk iş olarak danışanın peşine düşmek, onun izini sürmek, savrulduğu yerde onu bulup tekrar şimdi ve burada’ya getirmektir. Yani danışanı hem kendi duygusuyla, hem korkup kaçtığı durumun gerçekliğiyle, hem de terapistiyle tekrar karşılaşmaya davet etmek. Bu, danışanı karşılaşma cesaretine davet etmektir. Terapist bunu ancak kendi karşılaşma cesaretini kullanarak yapar.

Bir otomobil metaforuyla söylersek; terapistin terapideki yol tutuşu, ne kadar anda olabildiğine bağlıdır. Terapist andan koptuğunda terapi aracı savrulmaya, patinaj yapmaya başlar. İyi bir terapist bir çok konuda olduğu gibi bu varoluşsal yol tutuş konusunda da bir rol modeli teşkil eder. Danışan, zamanda savrulmadan anda durabilmeyi, anın bilgisine erişip, ana en uygun tepkiyi verebilmeyi, terapötik ilişki içinde, terapistin varlığı ve yol tutuşu sayesinde öğrenir ve içselleştirir. Psikoterapide asıl amaç, danışanın belirli bir sorununu çözmek değil, genel olarak sorunlarla baş edebilmesini sağlamaktır. Bu da ancak yolda (doğal akışta) olmakla ve yola (zamana) yeterince tutunmakla mümkündür.

Doğru bir reçete, anahtar ya da parola varsa eğer, o da anın içerdiği bilgiden, duygunun bizi uyararak dikkatimizi çektiği gerçeklikten, hayatta olmaya içkin belirsizlikten korkmadan, anda olabilme, anda durabilme ve hayata spontan karşılığı verebilme cesareti kazanmaktır. Çünkü her durum, her olgu, her ilişki bir çok katmanı olan kendine has bir değişkendir. Bu değişkene en uygun karşılığı ancak andaki spontanlık ve yaratıcılığımızla verebiliriz. Evren bin yıllardır kesintisiz bir spontanlık ve yaratıcılıkla varlığını sürdürür. Yaşam döngüsü de bu faktörlere bağlıdır. Değişimin, gelişimin, büyüme ve olgunlaşmanın, dolayısıyla psikoterapinin de yapı taşları; spontanlık, yaratıcılık ve bunların hayata geçmesi için gereken cesarettir.

Frieda Fromm Reichman “Danışan sizden daha zeki ya da daha zengin bir birikimle donanmış olabilir ama siz ondan daha yürekli olmalısınız.” der. Terapistin danışana sunacağı en değerli yeti; karşılaşma cesaretidir. Hazırlık yapmadan hazır olma hali…

Cesaretin hayata geçtiği, işlev kazandığı ortamsa “şimdi ve burada”dır. Dolayısıyla “an” dediğimiz şey; soyut, muğlak ve izafi bir zaman dilimi olmanın ötesinde, varoluşumuza yerleşebileceğimiz, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, hayatı kavrayıp anlamlandırabileceğimiz, tatminkâr ilişkiler kurabileceğimiz bir ortamdır. Maddi ve manevi koşullar bütünüdür. Zaman kadar mekânın özelliklerini de taşır. İçine indiğimiz (download olduğumuz), içinde şekillendiğimiz, yapılandığımız, gerçeklik kazandığımız bir boyuttur. An, devinimin ve değişimin matriksidir.

Yazarken anda olmak

Yazı, geçmişin bilgisiyle yazılır ama yazıldığı ana dair bilgi üretme potansiyeli taşır. Yazar, yazdığıyla ilk kez karşılaşır bazen. Yazarken öğrenir. Daha önce öğrendiği parçalar ilk kez birleşir, şekillenir, gerçeklik kazanır ve eski parçaların toplamından farklı bir bütün ortaya çıkar.

Yazmak da ilişki kurmak gibidir. Yazarken geçmişin bilgisinde kalmak, reaktif bir yazma tarzıdır. Bilgi vardır ve yazı, var olana bir reaksiyondur. Kişi bu tarzda yazarken, yazdığını asimile eder ve bir tekrar döngüsüne girer. Yazıdan beslenmez, yazarken öğrenmez.

Öte yandan, yazarken yaşanmakta olan anın potansiyel bilgisiyle karşılaşmak ve onu yazıya dökmek de mümkün. Yani proaktif bir yazma tarzı. Yazıya yeterince ısınmak. Az sonra yazılacak olanla karşılaşma cesaretinde olmak. Yazının başınabuyruk geniş zamanına yerleşmek. Yazının yazarı gafil avlamasına izin vermek… Anın bilgisini üretmek için gereken şartlar.

“Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur” prensibiyle, yazma anında üretilen bilgi mutlaka daha önce de üretilmiştir ama yazan kişi için bu spontan bir üretimdir. Yazan, o sırada eski bilgiyi tekrarlamakta değil, kendisi için yeni olan bir şeyi öğrenmekte ve aktarmaktadır. Hem geçmişten gelen hem de o an açığa çıkan bilgiyle yeni bir yapı inşa etmektedir. Yaratıcı yazarlık, kişinin kendi merkezi meseleleriyle daha önce karşılaşmadığı bir şekilde karşılaşması ve daha önce ifade etmediği biçimde ifade etmesidir.

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Zaman temalı 44. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart