Kaygı – Anksiyete

         

Godot’dan kaçarken

Pek Sayın Godot, 

bu mektubu soğuk bir kış gecesinde yazıyorum. Hava zalim. Rüzgar uğulduyor. Üzerimde tam üç hırka var. Yine de titriyorum. Ellerim ayaklarım kaskatı. Bilgisayarımdaki harfler bile parmaklarımı ısıtmaya yetmiyor. Neyse, boşverin beni. Şimdi ben bu mektubu niye yazıyorum:

Biz artık zat-ı alinizi beklemiyoruz sayın Godot. Sizden var gücümüzle kaçıyoruz. Bunun sizin için bir önemi yok, biliyorum. Yine de söyleyeyim, haberiniz olsun.
Uçaklarda, kalabalık bulvarlarda, hipermarketlerde tebdil-i kıyafet dolaştığınızı ve bizleri yokladığınızı biliyoruz. Biz kendi aramızda bu yoklamalarınıza ‘panik atak’ diyoruz…

***

Varoluş kaygısını derinden hissettiren bir metin; Godot’yu Beklerken. İki dünya savaşının ardından gelen yüzleşme ikliminde yetişmiş dikenli bir bitki gibi… Yalıtımın, anlamsızlığın, özgürlüğün, sorumluluğun izini sürer Beckett bu metinde. Ve bütün yollar varlık-yokluk derdine çıkar. ‘İstikbalin bağlı bulunduğu’ kişi ya da şey beklenirken; bellek çöker, gerçeklik yiter, düşünce iflas eder, özgürleşme çabaları bağımlılığa evrilir, irade eylemsizliğe devrilir, güç el değiştirse de kötüye kullanım sürer, insanın insana ettiği zulüm bitmek bilmez…

Varoluşun, isimlenmiş ama cisimlenememiş halidir Godot. Ölümü dayar burnumuza. Ve yaşamı… Yaşam sorumluluğunu… Godot, beklenen ve gelmesinden korkulandır. Hem başlangıç hem sondur. Hem umuttur hem umut etme yorgunluğuna, yılgınlığa bir panzehir.

Absürt bir intihar tasarısından sonra oyunun kahramanları Vladimir ve Estragon arasında şu diyalog geçer:

Viladimir: O halde? N’apıyoruz?
Estragon: Hiçbir şey yapmayalım, daha emniyetli olur.
Viladimir: Bekleyip görelim, bakalım ne diyecek bize.
Estragon: Kim?
Viladimir: Godot.
Estragon: İyi fikir.
Viladimir: Tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğreninceye kadar bekleyelim.

Nasıl davranmalı insan varoluşun karşısında? Elini ayağını nereye koymalı? Bilinebilir mi bu? Varoluş sonlu olduktan sonra, bunu bilmenin anlamı var mı? Varlıkla yokluğun birbirine karıştığı sonsuz sarmalın döngüsünde, içimizde o tuhaf ürpertiyle yaşayıp gideriz. ‘Varlığa mahkum oluş’ ekseninde pozisyon aldığımızda her şey anlamsız, ‘yokluğa yazgılı oluş’ ekseninde ise her şey korkunç gelir. Bir yerlere tutunmaya çalışırken, kendimiz olma sorumluluğundan düşüp sıradan meşguliyete gömülürüz. Gündelik koşturmacaya kapılır ve unuturuz hayatta olduğumuzu, ölümlü olduğumuzu. Derken bir an gelir ve hayat bütün görkemiyle karşımıza dikiliverir. Gözünü kapatmaya, başını çevirmeye, yolunu değiştirmeye fırsat vermeden; bütün dehşeti, şiddeti ve güzelliğiyle yüzümüze çarpar varoluş. Buna anksiyete diyoruz.

Bildiğin duaları oku, yat!

Anksiyetenin nasıl bir his olduğunu, hatırladığım kadarıyla dokuz yaşında anladım. İlkokul üçüncü sınıftaydım. İşler yolunda, her şey yerli yerindeydi; annem, babam, kardeşim, okulum, arkadaşlarım… Ama korkuyordum. Durup dururken. Neden ve kimden olduğunu bilmeden, açıklayamadan, tarif edemeden, sebep gösteremeden. En çok da bütün bunlar yüzünden korkuyordum. Bir neden yokken korkmak beni dehşete düşürüyordu. ‘Korkmaktan korkmak’ diyordum bu korkunun adına. ‘Korkmaktan korkuyorum, korkmaktan korkmaktan korkuyorum, korkmaktan korkmaktan korkmaktan korkuyorum…’ Paralel aynalar arasında kalmış gibi, sonsuza dek kendini üreten bir korku girdabına çekilmiş gibiydim. Özellikle de geceleri. Anneme “Korkuyorum!” diyordum. Hiç sormuyordu “Neden korkuyorsun?” diye. Odamın kapısında birkaç saniye durup “Bildiğin duaları oku, yat” diyordu, gidip yatıyordu. İnançlı değildi annem, dua ettiğini hiç görmedim, bildiğini de sanmıyorum. Annemin korkmakta olan bana yaklaşmak yerine kaçınması, korkumu dindirmeye, en azından hafifletmeye çalışmaması, onun da benim korktuğum şeyden korkuyor olabileceği şüphesini doğurur, annemin muhtemel korkusu benim kendi korku sarmalıma eklemlenirdi. Çocuk bedenimin altında büyüye büyüye uçsuz bucaksız, soğuk beyaz bir bozkıra dönüşen yatağımda korkudan titrerken, Kierkegaard’ın kulaklarını da çınlatamıyordum ki… Birkaç ay sürüp kendiliğinden dinen anksiyete dalgalarından yaklaşık 10 yıl sonra tanıştım kendisiyle. Yalom, May, Frankl, Rank, Heidegger, Kierkegaard, Nietzsche, Gruen, Freud, Jung, Fromm, Sartre, Camus, Kafka, Dostoyevsky… Onlar, yeni ailem oldular.

“İnsan boşluğun kıyısında en çok kendinden korkar. Düşerim korkusu değil o, atlarım korkusu!” yazmışım bir hikayemde. Az sonra özetleyeceğim kurama göre öyle; ama bana bu cümleleri yazdıran sadece annem olabilir mi?

Kabul-sevgi-hoşgörü karma aşısı

Anksiyete söz konusu olduğunda, temeldeki zeminsizlik ve ölüm kaygısının yanı sıra zulüm kaygısı da etkendir. Anksiyete ataklarının nedenlerine yakından baktığımızda; hiç kimseden yardım alamayacağına, hiç kimseye dokunamayacağına, tümüyle dışlanmış/ yalıtılmış olduğuna ve düşman canlılardan oluşan düşman bir dünyada yaşadığına dair inancı görürüz. Anksiyete, ötekilerin sevgi nesneleri olmaktan çıkıp korku nesnelerine dönüştüğü eziyet alanındadır ve bir bakıma zulüm beklentisidir.

Anksiyete bir yanıyla; yaşamın ilk yıllarında ebeveyn tarafından kabul- sevgi-hoşgörü karma aşısıyla aşılanmamış olmaya bağlanabilir. Dışlayan, reddeden ya da tutarsız ebeveyn tutumları, kaygılı anneden bulaşan kaygı, koşullu ilgi, aşırı baskı ve cezalar; çocukta düşmanlık algısı ve beklentisi yaratır. Bu beklenti öfke üretir ve zamanla kişinin hassas dokularına işleyerek içselleşmiş bir düşmanlık duygusuna ve onu kontrol altında tutma kaygısına evrilir. Anksiyetenin tanımlanabilen nedenlerinden biri bu basınçtır. Suçluluk duygusu ve kendini cezalandırma eğilimi basıncı arttırır. Kişi benliğine yabancılaşır, özerkleşemez, güvenlik sağlamak için ‘önemli öteki’ne (ya da ötekilere) yapışır ve bağımlı kişilik geliştirir. Molekülleri arasındaki mesafe uzundur kaygılı kişinin, maddenin sıvı haline benzer. İçine döküleceği bir kap arar. Ya da parçaları dağınık, sınırları belirsiz olduğundan, bir diğerine yaklaştığını hissettiği anda yutulup yok olacağı korkusuna kapılır, ilişkinin henüz çeperine varmışken kendi kaygılarına çarparak ilişkinin dışına, uzakta bir yere seker.

Kaygı ve ona bağlı olarak gelişen bağımlılık eğilimi, bir diğeriyle gerçek anlamda bağ kurmaya engel teşkil eder. Denk ilişkiler kuramaz kaygılı kişi, sado-mazoşist ezme ezilme döngüsünde dolanır durur. Ya Pozzo’dur ya Lucky, ya odundur ya balta, ya otomobilin ön camıdır ya da cama yapışan sinek.

***

Bazen isim koyamaz insan korkusuna; “Şundan korkuyorum!” diyemez ama korku oradadır; kalbindeki çarpıntı, gözünün önündeki sis, avuçlarındaki ter, dizlerindeki titremedir. Kierkegaard’ın tanımladığı ‘dehşetin kaynağı olan hiçbir şey’e karşı duyulan bu devasa korkuyu yutulabilir küçük lokmalara bölmeye, ad koyabildiği ve tanımlayabildiği bir şeylere dönüştürmeye çabalar insan canlısı. Hiçbir şey korkusunu bir şeyler korkusuna indirgemeye uğraşır durur. Varoluş anksiyetesini can havliyle itip obsesyona, fobiye, bağımlılığa, kendi halinde çalışıp duran iç organlarına devirir. Koruyucu ritüellere, kurtarıcı meleklere, uyumlanılabilen pozitif enerjilere sarılır. Mantık ve iradenin hendekleriyle çevrili ıssız bir şatoya ya da kaygıdan kaçına kaçına giderek daralan bir yaşam adacığına çekilir.

Kişinin yapısal nedenlerle ya da erken dönem deneyimleri yüzünden hayatla baş edebilecek duygusal donanıma sahip olmaması, anksiyete yaratan ve onu arttıran bir durum teşkil eder. Ancak bu noktada patolojikleştirici açıklamalarla kendimizi sınırlama ve gerçekliği indirgeme hatasına düşme ihtimali de var. Çünkü duygu, doğasına ve işlevine baktığımızda; ‘faydalı uyaran’dır. Doğru ya da yanlış yolda olduğumuzu bize söyleyendir. Anksiyeteye ‘Patolojiktir!’ etiketi yapıştırdığımız anda onun bize söylediklerini duyma şansımızı kaybederiz. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi adlı kapsamlı metninde bu durumu şöyle açıklar: “… İnsan yolunu kaybettiğini nasıl farkeder? Heidegger, Tillich, Maslow ve May bu soruya birlik halinde yanıt verirlerdi: Suçluluk yoluyla, anksiyete yoluyla…”


“Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır.”

Godot’yu Beklerken’in eylemsiz kahramanları Estragon ve Vladimir, beklerken vakit geçsin, ‘meşgale olsun’ diye bir şeyler yapmaya çalışırlar; çene çalarlar, birbirlerine söverler, küserler, barışırlar, kültür fizik hareketleri yaparlar, köle-efendicilik oynarlar, dans ederler… Onlara ‘varoldukları izlenimi verecek’ bir şeyler bulurlar. Vladimir’e göre bu sayede akıllarını kaybetmekten kurtulmuş olurlar. Çünkü varoluş belirsizdir, tekinsizdir. Ve Estragon ekler; “Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır.”

İnsan canlısı prematüre doğar. Yeryüzünde hayatta kalmak için derisi fazla ince, kafası fazla büyük, kol ve bacakları güçsüzdür. Hareket edemez, kalkıp gidemez. Tek yapabildiği ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yardım çağırmaktır. Büyük bir çaresizliğe doğmaktır bu. Anne babasının ya da ona bakım veren diğerlerinin yokluğunda ya da insafsızlığında hayatta kalma şansı yoktur. Uzun süre mutlak bağımlılığı yaşar. Freud anksiyeteyi tanımlarken; “Anksiyete çaresizliğe karşı verilen asıl tepkidir, daha sonra travmayla karşılaşıldığında yardım çağrısı olarak yeniden üretilir” der. Çaresizliğe doğan canlı, yetişkin olup kendisi ve başkaları için çareler üretmeye başladığında bile bazen boyunu aşan bir tehlike hisseder, geriye düşer ve bebeklik kaygılarını yeniden üretir. Beckett’e göre kendini gereğince meşgul edemeyenlerin ya da sistemin yeterince meşgul edemediklerinin de kaderi budur. Aklını yitirme ve eziyet edilme ihtimali oldukça, bağımsızlık sadece bir hayaldir. Özgürlük için adım atmaya karar verilir ama eyleme geçilemez. Oyunun karakterleri tek başlarına ayakta durmakta bile güçlük çekerler. Yeryüzünde yol tutuşları zayıf, ayakları hassastır. Çizmeleri dar gelir. Düştüklerinde kalkamazlar, bebekler gibi.. “Yapacak bir şey yoktur!” Çaresiz, yine birbirlerine yapışır ve meşgaleler bularak oyalanırlar.

Bu ‘oyalanış’ Heidegger’in ‘varolmayı unutma durumu’ diye nitelendirdiği ‘düşmüş / sıradan’ oluşa yaslanmaktır. Bizi otantik oluşumuza yaklaştıracak olan ‘varolmayı düşünme durumuna’ geçilemez çünkü düşünce de bellek de güvenilmezdir ve daha da önemlisi Godot beklenmektedir. Godot ister fani bir kurtarıcı olsun, ister tanrı, ister ölüm, ister sorumluluk; beklenmektedir ve bekleyenler, sırf bekledikleri için bile sorumluluk alamaz. Beklemek arafta olmaktır çünkü. Beklemek insanı ensesinden tutup eylemsizlik duvarına asar.

Varoluş sıkıntılarıyla meşgul olanları ‘kaybeden’ ya da ‘ezik’ olarak niteleyen günümüz insanına baktığımızda, beklemekten başka bir durum söz konusu. Meşguliyet artık o kadar yoğun ki, değil beklemeye, bir an olsun durup düşünmeye bile fırsat kalmıyor. Bitimsiz bir koşturmaca, akıl almaz bir iş yükü, çılgınca bir üretme ve tüketme yarışı, her an her yerden üzerimize hücum eden uyaran bombardımanı içinde nefes nefese yaşanıyor ömürler. Sürekli koşmaya alışan canlı, kaçmaya da alışıyor. Hızlı balığın yavaş balığı yuttuğu günümüz dünyasında yaşamlarımız da birer kaçış pratiğine, kaçış zorlantısına dönüşüyor. Kaçışın yüceltildiği, idealize edildiği bir dünyada; Godot’dan kaçarken kendi duygusuna (faydalı uyaranına) toslayanlar diskalifiye ediliyor. Kaçtığımız şey, kendi içimizdeki rehber oldukça, sistem neyi dayatırsa onu yutuyoruz.

Psikoloji bilimi de çoğu zaman cezayı biyolojik faktörlere ya da ebeveyne kesiyor. Ebeveynin kayıtsızlığı anksiyeteyi arttırır, kabul. Ancak şunu da sormalı insan kendine: Ebeveyn kayıtsız da kainat kayıtlı mıdır? Ebeveyn çocuğunu koruyup gözetse, kainat gözetir mi? Hangimiz özeliz tabiat anaya göre? Hangimiz kırılmaktan, kaybetmekten, ölümden muafız? Hangimiz tam anlamıyla bağımsızız ötekinden? Godot’nun varlığı mı, yokluğu mu bizi korkutan? Kainatın kayıtsızlığı mı yoksa?

Anksiyeteye rağmen (ve anksiyete rehberliğinde) cesaret edebilmek, eyleme geçebilmek, anlam üretebilmek; neyle ve nasıl mümkün? Yeterince güvende hissettirecek bağları kurabilmek için ihtiyacımız olan potansiyel ‘Kainat kayıtsızsa, birbirimizle idare edeceğiz’in trajikomik kabulünde gizli olabilir mi?

Şule Öncü
11 Aralık 2013

 

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Kaygı temalı 31. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart