Gerçeklikle Yüzleşmek

– Ne yazık ki sizden bir timsah yapamayız sayın tavşan. Ama dilerseniz havuçla aranızı düzeltmeye çalışabiliriz. 

Denize düşen yılana, dünyaya düşen yalana…

İnsan, yalanın kaldırma kuvvetiyle yüzen bir canlı. Yalanları olmasa, kendi içine çöker, yaşamın dibine batar. Ve yine yalanlar yüzünden insanlık kendi içine çöküp, yaşamın dibine batmakta. Diyalektiğin kalbi belki de yalanda atmakta…

Kapitalizmin değirmenini döndüren rüzgar, insan canlısının zaaflarını kaşıyan vaatlerdir. Sistem, bireyi üretim süreçlerinde işlevsel tutmak ve daha fazla tüketmesini sağlamak için mesnetsiz bir iyimserlikle sıvazlayıp uyuştururken, damarlarına hırs enjekte eder ve onu kendi gerçekliğinden söküp, farazi bir ihtişama, sahte bir ayrıcalıklı oluşa fırlatır: Sen özelsin (sıradanlık aşağılık bir durumdur, eşitlik mümkün olamayacağı gibi, mesele bile değildir), ne istersen başarabilirsin (kaybetmek zayıflıktır, hatta hastalıktır, kaybeden olmak istemiyorsan çok çalışmalı, çok tüketmeli ve çok daha fazlasına sahip olmalısın), yarın süper olacak (bunun için bugün sana sunduğum vaatleri yut, sindir, kendine mal et ve vaatlerime dönüş. Bu sırada da tüketmenin anlık hazzına odaklan, keyif al!)

Keyif meselesi şu cennet zeitgeist’ımızda özellikle önemli. Sistem artık itaat etmenin ve çok çalışmanın da ötesinde “KEYİF AL!” buyurmakta. Ve birey kuzu kuzu emirlere uyar, keyif alır ve hatta bir keyif alma histerisinde savrulur; keyifli film, keyifli cafe, keyifli adam, keyifli tuzluk, keyifli viyadük… Hayattan keyif aldığını, keyif alamayan ‘ezik’lerden olmadığını kendine ve ötekilere ispat çabasına düşer. Paketlenmiş keyiflerin peşinde koşarken; ötekine dokunmanın, bağ kurmanın, anlam ve değer üretmenin hazzını kaçırır.

Postmodern kültür, temelde bir yalan kültürü: “İmajlar gerçekliğin yerini alır” İmajımız gibi davranırsak, o beğenmediğimiz, hor gördüğümüz, “ezik gerçekliğimiz” ayaklanır, silkinir ve gidip imajımızla örtüşüverir. Mutlu görünürsek, mutlu oluruz. Olmak istediğimiz insan oluruz. Olamıyorsak isteklerimizi değil onları nasıl istediğimizi gözden geçirmemiz gerekir…

“Nasıl istemeli” noktasında, dinlerin ve tasavvufun “İsteklerine ulaşamadıysan isyan etme, elinde olana şükret” söylemine alternatif; “İsteklerini sonuna kadar iste (nereye nasıl başvuracağını ben sana öğretirim)” söylemiyle servis edilen paralel bir şifa alemi çıkıyor karşımıza. Popüler kültürün, hızlanan zaman ve çığırından çıkmış tüketim akışıyla baş etmek üzere yarattığı psikososyal bir karşılık bu; Büyülü Talep Sektörü.

İnsana, her istediğini elde edebileceğini, sadece nasıl isteyeceğini öğrenmesi gerektiğini, bunu da kendilerinin kolayca öğretebileceğini vaaz eden kısa-yol mühendislerinin, kimi zaman günü kurtaran çözümler sağladığını da görüyoruz. Sonuçta değişim, algının değişimiyle başlar. Algı değişimi de yeniden çerçevelemeye dayanır. Hükümetler de aslında aynı prensiple “üstün başarılarını” sürdürür: Talan değil özelleştirme, yasak değil düzenleme, saldırı değil müdahale, yalan değil pozitif algı yaratma…

İnsan zihninin yarattığı pozitif algılar, kendi varoluşumuz da dahil olmak üzere yeryüzü ve doğa için hiç de pozitif sonuçlar doğurmadı. Bugün insan canlısına uzaydan baktığımızda kanserli hücreden farksız bir paternde hareket ettiğini görürüz. Kontrolsüzce çoğalan ve varlığının temellendiği yapıyı tahrip eden bir varlık, insan. Aşırı tüketimi körükleyen yalanların sesi o kadar yüksek çıkıyor ki; yol açtıkları ve açacakları yıkımı algılayamıyoruz. Aslında hepimiz içten içe bu durumun sezgisiyle yaşasak da, payımıza düşen suçluluğu belli belirsiz hissetsek de, tatsız gerçekliğe sık sık teğet geçsek de, mikroskobik bir çarkı olduğumuz sistemin yıkıcı döngüsünü değiştirmek adına elimizden bir şey geldiği söylenemez. En büyük yalanlar, insan zihninin kontrolünden çıkıp sisteme mal olmuş durumda ve hem türün hem de eko sistemin mahvına sebep öz-yıkım döngüsünü otomatik olarak beslemekte.

Şimdi hızlı bir zoom-in ile uzaydan psikoterapi odasına girip bireye ve onun “sorun” yaratan iç dinamiklerine bakalım: “Sorunlu kişi”, böyle bir makro sisteme uyum sağlaması için gereken pozitif algılarını ya yitirmiş, ya yeterince edinememiş ya da onların içinde kaybolmuş kişidir.

Psikopatolojiler; gerçeklik kaybıyla ya da gerçeklik fazlasıyla ve buna bağlı olarak insanın denge sağlamak için geliştirdiği alternatif gerçekliğiyle, kendi söyleyip kendi inandığı yalanlarıyla, ya da yeterince yalan söyleyememe durumuyla yakından ilgilidir.

Hayatla, hayatta olmakla, hayatta olmanın dehşetli farkındalığıyla baş edebilmek için yöntemler geliştiririz. Psikopatolojiler de aslında hayatta kalmak için geliştirdiğimiz hal çareleridir. Hayatın gerçekliğinin en katlanılmaz olduğu durumlarda hal çaresi olarak mecburen en büyük kozumuzu oynar psikotik oluruz. Gerçeklikten kopar, kendi bağlamımızı, kendi nesnelerimizi, kendi hikayelerimizi yaratırız ve dış dünyadan yalıtılmış olan bu alternatif gerçekliğin içine çekiliriz. Gerçeklik biraz daha insaflıysa ya da pazarlık edecek kadar gücümüz varsa, daha “düşük” patolojilerle sıyrılırız işin içinden. Borderline yapı gözümüzü korkutur, narsisistik yapıda el sıkışırız hayatla, ya da majör depresyona girmemek için taksit yapar kronik depresif oluruz.

Ruhsal bağışıklık sistemimizi ego savunma mekanizmaları oluşturur. Temel yapı taşları ise inkar ve bastırmadır. İnsan; gerçekliğin bir kısmını reddederek ve/veya su yüzüne çıkmasına engel olarak savunur kendini. Savunma mekanizmaları, varoluşun dehşetiyle aramızdaki koruyucu filtrelerdir. Güneşe çıplak gözle bakamadığımız gibi, hayata da çıplak egoyla tahammül edemeyiz.

Peki; 90’lık bir ihtiyarın bastonuna sarıldığı gibi inkarına sarılmış, onun sayesinde ayakta duranların ellerinden bastonlarını almaya kalkışmaya hakkımız var mıdır? Bu kişiler inkarlarıyla milyonlarca insanın ve eko sistemin kaderini belirliyorsa, evet. Gerçeklikle yüzleşmek ve yüzleştirmek adına toplum içinde bireyin ve örgütlerin duruşu militan bir duruş olabilir, olmalıdır da. Ama ya psikoterapi odasında?

Psikoterapist, danışanın alternatif gerçekliğiyle arasına ne kadar girmelidir? Danışanın inkarını nasıl ve nereye kadar koruyup gözetmelidir? Kaşınmayan yeri kaşımalı mıdır? Kendini ne kadar kaşımalıdır? Kendisi ne kadar inkardadır… Psikoterapist zaman zaman, yalanlarca sobelenmiş bir ebe gibi hissetmiyorsa kendini, gerçeklik karşısındaki duruşunu gözden geçirmelidir belki de.

Danışan, bir bakıma; olmak istediği kişi ile olduğunu düşündüğü kişi arasındaki kapanmayan mesafe ve o mesafenin kendisine verdiği acı yüzünden terapi koltuğundadır. Zira insan, timsah olmak isteyen tavşandır. Sistem de temelde bu hayali besler ve muhteşem timsah tasvirlerini, timsahlığa giden kısa-yolları bireye dayatır durur. Bu durum ve şartlarda, psikoterapist, danışana şöyle der;
– Ne yazık ki sizden bir timsah yapamayız sayın tavşan. Ama dilerseniz havuçla aranızı düzeltmeye çalışabiliriz.
Şule Öncü
10 Nisan 2014

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Yalan temalı 33. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart