Yazmak

                

İnsan kendine bunu neden yapar?

Yazmak, bedeli yazıya tutsaklıkla ödenen bir özgürleşme sürecidir.

On dört yıl olmuş yazmaya başlayalı. İlk romanımı yazmak için “kapandığım” iki yıl dışında yazıyla ilişkim zor da olsa yaşamla birlikte yürüdü. Ama o iki yıl… Kendimi bir odaya kapattığım, sadece kızımı ve en yakınlarımı görerek, mecbur olmadıkça seyahat etmeden, yeni insanlar tanımadan yaşanan o iki yıl…
Geçenlerde çok sevdiğim bir dostum o dönemle ilgili duygusunu paylaşırken; “Metris’te tutuklu bir yakınımı ziyaret eder gibi gelirdim sana. Temiz çamaşırla tütün getiresim gelirdi” deyince roman yazan kendime dışarıdan bir kez daha dönüp baktım. Gönüllü bir oda hapsindeydim, doğru. Kendimi öyle hissetmesem de tutukluydum.

“Niye yazıyorum?” sorusunu çok sordum kendime. Yolu yazıdan, yazıya tutuklu olmaktan geçen herkes sormuştur. Beni bir masanın başında, uykusuz geceler, yorgun günler boyunca, bilgisayarımın mavi ışığı karşısında tutan neydi? Kimsenin talep etmediği bir şeyi niye yapıyordum? Lacan’ın aşkı tarif ederken kurduğu cümleyi yazıyla ilişkim için de kurabilirim belki; aslında sahip olmadığım bir şeyi, onu benden istemeyen birilerine vermeye, insanlık siciline eklemeye niye çabalıyordum? Hangi duygu tutuyordu beni yazının içinde, yazı hücresinde?

İşi gereği, birikimini yazıya dökmeye çalışan bir başka dostum, yazdığı dönem boyunca beni sık sık arayıp soruyordu; “İnsan kendine bunu neden yapar?” Dostumun şaka yollu sorduğu bu soru, yanıtını vermek için çok uğraştığım, kendimi hırpaladığım sorulardan biriydi. Kendime bunu neden yapıyordum?

Yaşamayı bir kenara bırakmak pahasına yazdığım o dönemde de, şimdi de, bu soruya verebildiğim en samimi, en merkezi cevap; sorumluluk duygusu. Kendime ve belki de dünyaya olan borcumla ilgili bir sorumluluk. Yazının içinde özgünlüğümü ararken, özgürlüğümü benliğime indiriyordum. Bu yüzden de tutuklu ya da yanlış yolda hissetmiyordum. Değil mi ki özgürlük, tersten okunduğunda sorumluluk demekti ve duygu her zaman haklıydı, cevabımda yanılıyor olamazdım.

Yine de bu cevabı sorguladığım dönemler oldu. Yazmamı haklı göstermek için uydurduğum bir bahane olduğunu düşündüğüm zamanlar. Sezgilerime güvenimin azaldığı zamanlar. Belki de bütün yaptığım kaçıştı ve bunu neredeyse kutsal bir amaca bağlayıp kendime sorumluluk olarak servis ediyordum. Yaşamdan kaçmanın suçluluğunun üstesinden böyle geliyordum belki; hayali bir borç yaratıp onu ödemeye çalışmakla.

Sakar, hoyrat, adaletsiz, acımasız bir dünyadan kaçıp yazıya sığınmak, zihinde yaratılan alternatif bir dünyanın tanrısı olmak, yat deyince yatan, kalk deyince kalkan, öl deyince ölen yaratıkları olması insanın, onları yürütmek, koşturmak, konuşturmak… Kulağa pek de kötü gelmiyor. ‘Neden yazıyorum’un cevabı haz arayışı da olabilirdi, zora gelememek de, kontrol takıntısı da, mükemmeliyetçilik de, kabul ve onay ihtiyacı da, sevgi açlığı da… Sorumluluk, bunlardan birinin ya da birkaçının kılıfı olabilirdi pekala.

Bu şüpheye düştüğümde, içimdeki sahtekar alarmını susturup sorumluluk teorimi haklı çıkarana kadar şüphemle güreşirdim. Yorgun düşüp güreşmeyi bıraktığımda, sezgilerim geri döner, şüphesiz ve katıksız bir sorumluluk duygusuyla başlardım yine yazmaya. Yazı beni yaşamın dışına fırlatıp, benliğimin orta yerine düşürmüştü. Ve orada yapılacak işler vardı; kendimi anlamak, insanı anlamak, hayatı anlamlandırmak adına.

Çünkü bir şeyden özgürleşmek için o şeyi hazmetmek gerek.

Kayıplarla uğraşır yazar. Kendi kayıplarıyla, yakınlarının kayıplarıyla, uzakta olan ama en yakınında, en içinde hissettiklerinin kayıplarıyla… Arzu edip de sahip olamadıklarımız tutsaklığımız olur, bir vakit sahip olup kaybettiklerimiz, tam tutacak gibi olurken elimizden kayıp gidenler, kendi ayağıyla gidenler, eceliyle gidenler… Ama az ama çok, hep özgürlüğümüzü götürürler yanlarında. Bizim de bir parçamız takılır gider onlarla. Yazar işte o parçanın peşinde, o parçanın dilinde, kayıptan kalan ağrının etkisiyle yazar. Lacivert bir kayıplar denizine dalar gibi derinleşir yazıda. Kayıplar denizinin mürekkebiyle yazılmış metinlerdir, Nietzsche’nin “kanla yazılmış” dediği metinler.

İnsan kendine bunu neder yapar? Ömrünü insan soyunun türetip durduğu bir uzun hikayeye neden feda eder? Kimsenin zoruyla da yapmaz bunu. İçinin zoruyla yapar. İçinde yazıya yer açmanın bir yolunu bulmak zorunda hisseder. Yazının akışı için yeterince geniş bir kanal, bir damar olmalıdır. Akışın şiddetince genişlemelidir ki içinden geçmeye yüz tutmuş kat kat yazı evrenine yer açabilsin. Alternatif bir evrendir yazı.

Her şey birer taslaktır yazara göre. Zoru taslaklarladır. Olmamışlıklarla, olamamışlıklarla, yarım kalmışlıklarla, haksızlıklarla, yanlışlıklarla… Yaşamın kendisi kusurlu, eksik, sonludur. Taslakların üzerinde düşünülecek, çalışılacaktır. Aranıp bulunacaklar, tamir edilecekler, yıkılıp yeniden yapılacaklar… Ne büyük iş yükü! Yazar, dayanamadığı kusurlu ve sonlu dünyaya yazının şefkatiyle dayanır. Ve o dünyaya yazının kudretini dayatır. Yazı, hem annesi hem de babasıdır yazarın. Yazar, yazarken yazı olur, yazının soyunu sürdürürcesine.

Vaktiyle içinde yer etmişlerin, dokunup geçmişlerin, delip geçmişlerin, yakıp yıkıp parçalayıp geçmişlerin geride bıraktığı dağınıklığa hapseder kendini. Zihniyle, duygusuyla. Ve o dağınıklıkla yeni dünyalar kurar. Kendisi ve ötekiler arasındaki merkezi bağlantıyı, olası mükemmel kurguyu arar durur. Bunu yaparken de kendini ve içindeki ötekileri besler, büyütür, yaralarını sarar. Gerekirse öldürür ve yeniden doğurur. Bir tamir ve telafi sürecidir yazı. Onarır insanı ve kendine özgü yollarla onarmayı öğretir. İnsan farkında olsun olmasın, iyileşmek ve iyileştirmek için yazar. Bunun için de önce hastalığını hastalanır. Bir zehri son zerresine kadar içmek ve artık iyileşmektir yazmak. Son haddine varıp, zıddına inkilap etmektir.

Yazı bir içe alma ve sindirme sürecidir. Yazar son noktayı koyduğunda, sindirim tamamlanmış, yazılan kendilik versiyonu ve ötekiler kana karışmıştır artık. İşe yaramayan kısımlar organizmadan dışarı atılmış, işe yarayanlarsa yazarın hücrelerini yenilemiştir. Yazıya bulaşan kan, hem yazarın hem de yazılanın kanıdır aslında.

Yaşamı ve ilişkileri belirleyen duygu ikilemleri, yazı için de geçerlidir. Yazar, yazının içinde aşk ve nefret, sevgi ve korku arasında savrulur durur. Yazı, tamir ve telafi ederken; yorar, yıpratır, eskitir insanı. Kürek mahkumluğuna, taş işçiliğine benzer. Kime baksa, kime dokunsa insanın çaresizliğini duyar yazar. İnsanlığın çaresizliğini sırtlanır. Gücünün, dilinin, zekasının yettiği kadarını.

Yazıyla yaşam çatışmalıdır çoğu zaman. Yazar bazen, yatağını bulmuş, usul usul akan bir nehir gibi hisseder kendini. Ama bir an gelir, yatak matak kalmaz ortada. Bir nehir de yoktur aslında. Nehrin suları taşa, toprağa karışmıştır. Taş ve toprak vardır ama ortada yazı yoktur. Hiç başlanmamış, hiç yazılmamıştır sanki. Onca karakter hiç varolmamış, birbirleriyle konuşmamış, kavga etmemiş, sevişmemiş, birbirlerini öldürmemişlerdir. Onun yerine, Nisan gelip çatmıştır misal. Mayıs da kapıdadır. Görünmez bir el, bilinci çekip alır yazarın başından. Hayat fışkırır taştan, topraktan. Çiçekler, kuşlar, böcekler, rüzgarlar, yağmurlar, “Yaşam, yaşam!” diye çığlık çığlığa… O vakit içe dönmek, içte kalmak işkencedir. Keza, dışarı çıkmak da. Çünkü her baktığına yabancıdır yazar. Sudan çıkmış balıktır. Yeni doğmuş bebektir. Gözleri görmez. Sanki hayat, yazının tıpasını çekmiş, onu tahliye etmiştir. Yazarın gerçekliği de yazıyla birlikte döne döne sulara karışıp gider.

Bazen de yazının gerçekliği hayatın içine doğru yayılır. Kurgu ilerledikçe kırılmalar yaşar yazar. Her kırılma, yazının hayat karşısında kazandığı bir zaferdir. Bilinçdışı, koyu karanlık bir deniz gibi yükselir ve sahil boyunca yükselen medeniyeti alır götürür. Yazar, maskelerini çıkardıkça, bilincinden soyundukça, kendinden de çıkar. Bahçedeki ağaçtır artık ve mutfaktaki fayans ve üst kattaki komşu ve bakkalın çırağı ve annesi ve babası ve başbakan ve dilenci ve sokak kedisi ve martı ve martının midesindeki solucan… Kabından dökülmüş, canlıların ve nesnelerin içinden geçmekte, onlara dönüşmektedir. Bölünerek çoğalan bir ruhtur yazar. Olmaktan yorgun düştüğüdür. Olmaktan en korktuğudur. Olmak istediğidir. Olup da kendinden kurtarmak istediğidir.

Adımını akıp giden hayatın dışına atmaktır yazmak. Aylarca, yıllarca hayatın dışında kalmak. Ama aynı zamanda yazdığı varlık olmak zorundadır yazar. Hem hayatın bu kadar dışında, hem de varlıkların bu kadar özünde olmak, insan aklının, duygusunun, sezgisinin verdiği en zor sınavlardan biridir. Bu yüzden de deli işidir yazmak, en çok da roman yazmak.

Peki, insan kendine bunu neden yapar? İnsan bunu kayıplarını metabolize edebilmek için yapar. Çünkü bir şeyden özgürleşmek için o şeyi hazmetmek gerek. Bu yönüyle, yapıcı bir yas sürecidir yazı. Yazar, bütün insanlık adına yas tutar. Yazmak, bedeli yazıya tutsaklıkla ödenen bir özgürleşme sürecidir. Hem yazarın, hem de okurun özgürlüğüdür. Aynı zamanda sorumluluğu. Hayatın anlamsızlığına rağmen insanı, doğayı, evreni anlamaya çalışma sorumluluğu. Yaşamın sonluluğuna rağmen, hikayeyi sürdürme sorumluluğu…


Şule Öncü
1 Şubat 2014


(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Özgürlük temalı 32. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart