Yakınlık

          

Yakınlıktan Muzdarip

Samimiyetin iki ayrı anlamı var Türkçe’de. “Samimi oluş”; hem içtenlik, candanlık, açık yüreklilikle, hem de içli dışlı, senli benli olmakla tanımlı. Dolayısıyla hem dürüstlükle hem de ilişki aralığıyla ilgili bir kavram.

“İçli dışlı, senli benli olmak” anlamındaki samimiyet, yakınlık bildirir; belli bir sosyal eşiğinin aşılması, iç dünyaların karşılıklı olarak ziyarete açılmasıdır. Toplumsal maskeleri çıkarıp, tedbir filtrelerini devre dışı bırakarak bir başkasının karşısına ev kıyafetimizle çıktığımızda, mesafeli oluştan samimi oluşa geçilir.

Schopenhauer’un karda üşüyen kirpileri gibi; içimizi ısıtmak, yalnızlığımızı dindirmek, varlığımıza bir karşılık bulmak için birbirimize yakınlaşırız. Gel gör ki fazla yakınlaşınca ruhumuzun dikenleri ötekine batar, onunkiler de bize. Bütünlüğümüzü, sınırlarımızı kaybetme ve dağılma kaygısı yaşarız. Çok uzaklaştığımızda ise varlığımızın tehlikeye düştüğünü hisseder yine dağılma kaygısı yaşarız. Bu bakımdan mesafe ayarı, kirpiler için olduğu kadar insanlar için de önemlidir; soğuktan donmayacak kadar yakın, dikenler batmayacak kadar uzak. Bu koşulları sağlayan uygun mesafede olmaya yakınlık ya da samimiyet deriz.

Samimiyet ilerledikçe bazen ilişki aralığı giderek daralır. Mesafenin azaldığı yer gerilimin arttığı yerdir. Dolayısıyla sürtüşme, çatışma, kısa devre yapma ihtimali artar. “Çok muhabbet tez ayrılık getirir” sözü, daralan ilişki aralığına bağlı şiddet artışıyla ilişkiden geri sekişlerimizi tanımlar. Aşırı yakınlıkta kopuş bir ihtimaldir, füzyon bir başka ihtimal. Küslük ve yüz-göz olma hali de, ayarı tutturulamayan ilişki aralığında uğranan, maalesef bazen yıllarca, hatta ömür boyunca kalınan duraklar olabilir.

Yapışma / Eklemlenme

Bazen öyle daralır ki ilişki aralığı, kişi ötekine kaynar, yapışır kalır. İki canlı birbirine karışık, dolaşık, iç içe geçmiş bir yapıya, ilişki ise bir eklemlenme haline dönüşür. Kendince ilişkinin varoşunda kalan eklemlenen açısından, ötekinin içinde eriyip kaybolma halidir bu. Kendince merkezde olan eklemlenilen açısından ise, ötekini uzantısı gibi görme ve kullanma halidir. Karşılıklı tavır; “senden öte ben mi var / benden öte sen mi var” tavrıdır. Eklemlenilen beyin, eklemlenen ise kollar ve bacaklar gibi işlev görür. Ancak zamanla güç dengeleri ve roller değişir. İlişkiyi kimin belirlediği değişse de karışık-dolaşık yapı değişmez. Sado-mazoşist ilişki bu duruma bir örnektir.

Yüz-Göz Oluş

Aşırı yakınlığın bir başka sonucu olan yüz-göz oluş, dejeneratif bir ilişkilenme halidir. İma, iğneleme, üstten bakış, sitem ve kinaye ile karakterizedir. Samimiyetin yozlaştığı, sınırların dağıldığı yerde başlar. Samimiyette ilişki açık iletişimle tanımlıdır. Yüz-gözde ise ağız dalaşı ve demagoji ile. Samimiyette karşı tarafa merak ve ilgi vardır. Yüz-gözde ise tavır; “ben senin ciğerini bilirim” tavrıdır. Taraflar müsabaka halindedir. Tenis oynar ya da güreşir gibi iletişim kurar, birbirlerinin açığını yakalamaya çalışır, ötekini batırdıkça çıkacaklarına inandıkları bir mücadeleyi sürdürürler. Mutlu olmak değil, haklı olmak önemlidir. Haklı olma dozuysa hiçbir zaman yeterli değildir.

Yüz-göz olanlar gücün kötüye kullanıldığı, maddi manevi kaynakların çocuklara eşit dağıtılmadığı ayrımcı ailelerdeki kıskanç kardeşler gibi gözleri ötekinin üzerinde, ötekiyle meşgul, ötekinden beklenti içinde ve fakat ötekiyle gerçek bir karşılaşma olmaksızın yaşarlar. Zira bir diğeriyle karşılaşmak ve derin katmanda bağ kurmak için, benliğin ve sınırların farkında olmak gerekir. Kendinin nerede bitip ötekinin nerede başladığının farkında olmayan kişi, ötekine sınırsız müdahale hakkı olduğunu zanneder ve hareket alanını şuursuzca genişletmeye çalışır. Yayılmacı ve tacizkardır. Taciz her şeyden önce ötekinin kendi olma hakkına tacizdir. Çünkü ötekinin nasıl olduğu zaten “bilinir” ve nasıl olması gerektiği de “bellidir”. Bizimki gibi iç-içe geçmiş, değer ve inançları tepeden inmiş bir toplumda, aileden millet meclisine kadar her katmanda yapışma, eklemlenme ve yüz-göz ilişkisine rastlamak mümkün.

Özgürlüğü ve demokrasiyi kavrama, içselleştirme, talep ve arayışında olma noktasında engelli bir toplumuz. Bunun sebepleri, anne-bebek ilişkisinden başlayarak; bireyselleşme, sınır koyma ve mesafe ayarındaki yetersizlik ve aksaklıklarda da aranmalı. Ülkemiz, anaların mesafe koymadığı, baba arayan oğlanlar ve kızlar ülkesidir.

Küslük

Yakınlık-mesafe ayarında, küslük, üzerinde durulması gereken bir başka olgu. Küslük, görünürde mesafe koyma çabası olsa da bir yanıyla duygusal ve düşünsel füzyon halidir. Küsen kişi, küstüğünü cezalandırmak için onun içsel temsilini zihnindeki zindana hapseder ve onunla uğraşır durur. Onun kadar, belki de ondan çok, kendi de giyer bu hükmü. Zira tutsak kadar gardiyan da tutukludur. Birbirine aynı prangayla bağlıdır küsler, hiç olmadıkları kadar yakındırlar küsken. İstenmeyen ve farkında olunmayan bir yakınlıktır bu. Sürekli bir içsel sürtüşme, aşınma ve aşındırma halinde, birbirlerini törpülerler. Küstüğümüz kişiyi hayatımızdan çıkaralım derken bir bakıma yükleniriz. Ötekinin zihinsel temsili, akışa bırakılamayan donmuş bir maddeye dönüşür adeta ve omuzlarımızda taşıdıkça ağırlaşan bir yük gibi bizi yorar, yıpratır, belimizi büker. Küslük sadece konuşmamak da değildir. Konuştuğu, birlikte çalıştığı, yaşamını paylaştığı insanlara ve hatta tüm insanlığa, bütünüyle yaşama küs olabilir kişi.

Beklentilerimizi, özellikle de yakınlık beklentimizi karşılamayanlara küseriz. Önce yakınlaşıp sonra mesafe alanlara küseriz. Bizim gibi olanlara, kendimizi bildik bileli orada olanlara, zihnimizi okuması ve ona göre davranması gerektiğini farzettiklerimize, en yakınlarımıza, kardeşlerimize küseriz…
Birine gereğinden fazla yaklaşmış olmanın bedelini ödemektir küsmek. Kendini de ötekini de koruyamayacak kadar yaklaşmış olmanın bedelidir.

Küslük, bir başkasına mesafe koyayım derken kişiyi o bir başkasına mahkum etmekle kalmaz, kendi merkezinden uzaklaştırır. Mesafe girmiştir, ama istenen yere değil. Mesafe, kişiler arası değil, içsel bir mesafedir. Küslük kişinin ruhsal gerçeğiyle davranışı arasındaki mesafeyi açar, genişletir. Olmadığı biri gibi davranma ve hissetme zorunluluğu yaratır. Bu da kişiyi, otantik oluştan çıkarır, sahtelik, ikiyüzlülük, yapmacıklık haline sokar, an’dan koparır. Fıkradaki Laz’ın herkesin güldüğü şakaya gülmeyip, “Ben ona küsüm, eve gidince güleceğim” demesi gibi…

Küslüğün tutsaklığı sadece küs olduğumuz kişiye değil, doğal yörüngesinden sapmış, başkalaşmış kendiliğimize de tutsaklıktır. Bütün bunlar aynı zamanda hırs ve kin duygularının bünyede yarattığı etkiler. Ki, küslük halinde ikisine de rastlamak mümkün.

Ne düşünüyorsun hayatım?

Üzerine kim bilir kaç yüz karikatür çizilmiş bir insanlık halidir; seviştikten sonra sorulan “Ne düşünüyorsun?” sorusu ve karşılığında verilen/verilemeyen cevap.

Cinsellik, tensel yakınlığın vardığı uç noktalardan biri. Sevişen iki canlı, dilin ve bilincin ötesinde yakınlaşır birbirine. Öteki hakkında, kendisi hakkında, yaşam hakkında dile dökemeyeceği bir deneyime, bilgiye nail olur. Böylesi bir yakınlığın ardından sorulan “Ne düşünüyorsun?” sorusu, suları bulandırır çoğu zaman. Talihsiz bir samimiyet testine dönüşür.

Sevişmenin bitmesiyle birlikte taraflar bazen usulca bazen de hızla uzaklaşırlar. “Ne düşünüyorsun?” sorusu, yaşanan cinsellikle ilgili geribildirim alma ihtiyacı kadar, yakınlığı koruma ya da tekrar kurma niyeti taşır. Yakınlık talebindeki taraf bu soruyu sorarak, ötekini (hiç değilse) düşünsel düzlemde teması sürdürmeye çağırır. Bu davete icabeti neyin belirlediğini düşündüğümüzde akla gelen bazı sorular: Tensel ve sezgisel bir oluştan, düşünme haline geçilebilmiş midir? Geçildiyse; düşünce, bir başkasına sözle aktarılabilecek bütünlüğe erişmiş midir? Düşünce, az önceki oluşla ilgili midir, değil midir? Olumlu mudur, olumsuz mudur? Söylenmeli midir? Ne kadarı söylenmelidir? Nasıl söylenmelidir? Şimdi mi söylenmelidir? Söylendiğinde hoşa gidecek midir…

İnsan hep düşünür bunları. Çünkü kendini ve karşı tarafı gerçeğin hasarından koruma tepkisi ruhsal bir reflekstir.

Yerinde Durmayan İÇ

Samimiyetin iki farklı anlamı, küslük başlığı altında sözünü ettiğim “içsel mesafe” ya da “içsel yakınlık” bağlamında örtüşür. Zira kişinin içtenliğini, içine olan yakınlığı belirler; bilincin içle tanışıklığı, içle barışıklığı, içi dışavururkenki tutumu… Bu durumda içtenliğin ön koşulları; öz-kabul ve öz-farkındalıktır diyebiliriz. Kişinin kendi kendiyle samimiyeti (hem dürüstlük hem yakınlık anlamıyla), dışarıyla kurduğu ilişkinin samimiyetini belirler. İçin belirsizliğini ve değişkenliğini de cesaretle kabul etmek şartıyla.

Bilincimize iç’in varlığını hissettiren duygular ve referanslar sürekli değişir. “Ben’den içeri olan ben” akışkandır, açtıkça açılır, indikçe derinleşir. İç, yerinde durmadığından ve tümüyle keşfedilemediğinden, kesintisiz içtenlik de mümkün değildir. Kendimizden ve bir başkasından %100 içtenlik beklerken, ruhsal reflekslerimizi ve bu değişkenliği akılda tutmakta fayda var.


Şule Öncü
3 Ağustos 2014

 

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Samimiyet temalı 35. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart