Empati ve Psikoterapist

fdsafds

Psikoterapistin merhameti

Kendi içimizde merhametli bir ebeveyn ve psikoterapist inşa etmek, kendimiz için yapabileceğimiz en iyi şeylerden biri olsa gerek.

Merhamet, şefkat ve empati; kesişim kümeleri geniş ama tam da aynı anlama gelmeyen kavramlar. Şefkat, sevecenlik ve yakınlıkla; empati, kendini bir başkasının yerine koyabilme, onun hissettiği gibi hissedebilmeyle; merhamet ise, bir başkasının acısı karşısında acı duyup ona yardım etmek istemekle tanımlı. Merhamet; hem empatik oluşu (ötekinin duygusuna varmayı, vardığı yerde ötekiyle aynı frekansta salınabilmeyi) hem de ötekini tutup o duygu ve/veya durumdan çıkarma arzusunu içeren çok boyutlu bir uyaran. Psikoterapistin ‘olmazsa olmaz’ı.

Merhametten ön koşulu olan empatiyi çıkardığımızda acıma duygusuyla karşılaşırız. Bir başkasının duygusuna varamadığımız noktada merhamet, acımaya dönüşür. Bir tür kaçıştır bu. Acımada başkasının durumuna dışarıdan ve hatta yukarıdan bakan görece steril bir duruş vardır. Acıyan, acıya koruyucu bir paravanın, bir seperatörün arkasından bakar. Eşlik etmez, seyircidir.

Psikoterapist olmak üzere psikoloji okuyanların ya da psikiyatri ihtisası yapan hekimlerin en büyük kaygılarından biri ‘empatik oluş’la ne yapacaklarıdır. ‘Empatik olamayış’ın yarattığı kaygı daha derin ve bütün benliğe yayılmış bir kaygıdır aslında ama kişi çoğu zaman bu durumunu tespit edip mesleki yapılanmasıyla ilişkilendirecek farkındalıkta değildir. Acıma duygusunu empati zannedebilir ya da daha kötüsü empatik olamayışını değerli bir mesleki beceri, bir erdem gibi taşıyabilir. Öyle ya; “Onca dertli insanın karşısında her birinin derdine bilfiil girecek olsa, kahrından ölür insan!” Empatik olamayışını, dolayısıyla merhametsizliğini iç rahatlığı ve hatta gururla kuşanmış bir psikoterapistin karşısına çıkan hasta ya da danışan olduğunuzu düşünün… Psikoterapiye inancınızı kaybedebilirsiniz.

Öte yandan, empatik oluşuyla ve hatta bazen aşırı empatik oluşuyla işinin altından kalkamayacağını düşünen terapist adayları ne yapar? Doğal olarak böylesi bir varoluş da psişik yaraları sarmaya soyunan canlıda endişe, tedirginlik ve kararsızlık yaratır. Duygunun içine gömülme ve müdahale edememe ihtimali gerçekliğini her zaman korur. Zira empati, göz gibi değil, kulak gibidir. Tamamen kapatamazsınız. Parmaklarınızla kulaklarınızı tıkamaya çalışırsanız da ellerinizi kullanamaz hale gelirsiniz. Dolayısıyla danışan yine yardımsız kalır.

Duygu yoğunluğu karşısında paniğe kapılmamak, duygudan kaçmamak ama aynı zamanda duyguya saplanıp kalmadan, duygunun içinde kaybolmadan ilerleyebilmek için ne yapmalı?

Burada kilit faktörlerden biri, duyguyla kurulan ilişkidir. Duyguya nasıl bakıyoruz, nasıl görüyoruz, nasıl kavrıyor, nasıl anlamlandırıyoruz? Duyguyu cesaretle kabul edip içinden geçebiliyor muyuz, yoksa kucağımıza düşen bir ateş topunu can havliyle bir başkasına fırlatır gibi ötekine mi yansıtıyoruz? Kabul edilmesi zor olanı (Jung’cu bakarsak gölgeye dair olanı) kendimize yakıştıramayıp başkasına mı ipotekliyoruz? Duygunun da varoluşun bütünü gibi ambivalent (müphem ve karşıtlık içeren) olduğunun idrak ve kabulünde miyiz…

Olumlu veya olumsuz, aydınlık veya karanlık, iyi veya kötü (ya da artık nasıl isimlendirirseniz), bütün duygular gelir ve geçerler. Hiçbiri kalıcı değildir. Duygu “faydalı uyaran”dır. Bize dış dünyadan gelebilecek tehlikeleri, doğru ya da yanlış yolda olduğumuzu, değiştirmemiz/dönüştürmemiz gereken şeyler olup olmadığını, ruhsal homeostasis’in (içsel dengenin) kurulup kurulmadığını anons eder. Acilen eyleme mi geçmeli yoksa şartları değerlendirmek için durup düşünmeli mi; bunu da duygu söyler.

Kişi eğer duygusuna kulak verip dinleyebiliyorsa sezgi devreye girer. Sezgi, duyguyu işitebilmek, ne söylediğini kavrayabilmektir. Bildiğimiz anlamda dil üzerinden gelen ya da dile dökülebilecek bir kavrayış olmayabilir bu. Sezgi, içinde yön tayini için gereken sözsüz bilgiyi de taşır ve hissettirir. Bu yüzden sezgisel olarak kavradığımız gerçeklik bizi daha az yanıltır. Sezgiyi takip edebildiğimizde bağ kendiliğinden kurulur, yol daha görünür olur, yoldaşlık derinleşir.

Kabul ve idrakinde olunan duygunun akışına izin verildiğinde sezgiye ulaşırız. Bir nehrin okyanusa kavuşması gibi.

Duyguyu sezgiye ve devamında eyleme taşıyan kilit faktör ise karşılaşma cesaretidir. Yoğun duygulanımda, derin katmanda karşılaşma vardır. Kişi dış gerçeklikle, iç gerçeklikle ve/veya bir başkasıyla karşılaşır. Karşılaşma danışanın önceki travmatik deneyimiyle ilgili olabileceği gibi, seans sırasında şimdi ve burada da olabilir. İki durumda da danışanın duygusuna varabilmek ve eşlik edebilmek esastır.

Danışan her şeyden önce anlaşıdığını hissetmek ister. Birini anlamak, onun duygusuna varabilmek, varlığına karşılık verebilmektir. Psikoterapist ve danışan arasındaki terapötik ilişkinin niteliği, duygusal eşliğe bağlıdır. Danışanın duygusuna varabilen terapistin sezgileri devreye girer. Böylece duygunun içeriği kavranır, terapist dil ve metaforlar üzerinden eyleme geçer.

Psikoterapi süreci travmaların ve/veya acı veren durumların yarattığı duyguların içinden cesaretle yürüyüp geçebilme sürecidir. Bu süreçte terapistin cesareti danışana örnek ve rehber olur, danışanın kaybetmiş olduğu yaşama cesaretini yeniden kazanmasını sağlar. Bir başkasına ve elbette kendimize karşı gerçek anlamda merhamet duyabilmek için de karşılaşma cesaretine ihtiyaç duyarız.

Kişinin kendine merhamet duyması önemli bir konu. Çünkü bir başkasına merhamet duyamamak, temelde kendine merhamet duyamamaktır. Bu da içselleştirilmiş baskıcı, katı, despot, cezalandırıcı ebeveynle ilgili olabilir. Psikoterapi, kendi kendinin ebeveyni olmayı öğrenme sürecidir. Ve aynı zamanda kendi kendinin psikoterapisti olmayı öğrenme süreci. Kendi içimizde merhametli bir ebeveyn ve psikoterapist inşa etmek, kendimiz için yapabileceğimiz en iyi şeylerden biri olsa gerek.

Terapistin empatik oluşu ve yardım etme refleksi sayesinde, terapistle danışan arasında terapötik ittifak (alliance) kurulur. Bu ittifak beraberce yola koyulmayı mümkün kılar. Terapist bu yolculukta soruna yol açan davranışlara, tutumlara, durumlara, interaksiyonlara ve danışanın karanlıkta tekrar tekrar çarpıp durduğu engellere ışık tutar, dikkatle inceler, gördüklerini danışana işaret eder, kurduğu bağlantı ve metaforlarla engelleri görünce tanınır, anlaşılır kılar. Bu sayede danışan, engelle tekrar karşılaştığında çarpmak yerine görmeyi, tanımayı, engeli yolundan kaldırmayı ya da etrafından dolaşarak geçmeyi öğrenir. Sorunların hepsi çözülemez ama bu görece netlik sayesinde giderilebilirler.

Psikoterapi sürecinde hem hayata karşı genel bir dikkat pratiği gelişir hem de terapist ve danışan beraberce, danışanın ruhsal bağlamının üç boyutlu bir hologramını inşa ederler. Bu sayede duygular, durumlar, tutumlar, ilişkiler görselleşir ve somutlaşır. Dolayısıyla bakılır, görülür, etrafında dolaşılabilir, dokunulabilir, bir yerden başka bir yere taşınabilir hale gelir. Bu da, onlarındeğişebilir olması demektir. Yeni yapılanma, yani değişim süreci, danışanla terapistin duygusal ve zihinsel ortak emeğini içeren bir restorasyon sürecidir.

Deneyimsel tabanda, sistemik, dinamik, entegratif çalışan bir psikoterapist, yeni yapılanmanın mühendisi olduğu kadar işçisidir de. Taşları danışanla birlikte taşır, harcı karar, tesisatı döşer. Bütün aşamalarda aktif ve işin içindedir. Steril bir duruşta değil, otantik bir oluştadır.

Psikoterapide, duyguya varma ve eşlik, terapistin karşılaşma cesaretiyle; çekip çıkarma ve dönüştürme gücü ise kişisel mukavemet, bilgelik ve özümsenmiş psikoterapi tekniklerinin entegrasyonuyla mümkündür. Bu özelliklerle etkileşimde olan nitelikler: Terapistin insan ruhuna ve hayatın işleyişine duyduğu merak, analitik ve duygusal zeka, sağduyu, dirayet (karmaşık durumları kavrama yeteneği), yaşam felsefesi, tercihli temalar, teknik bilgiyi gerektiğinde spontan olarak kullanabilme, farklı açılardan bakabilme esnekliği, kendi psişik yapısındaki zayıf ve güçlü yanlar ve bunların farkındalığı, taşıdığı genetik geçişli fay hatları, içsel ve dışsal zorluklarla baş etme gücü, düştüğünde kalkma stili, kainatın kayıtsızlığına karşı takındığı tavır, bir başkasına ve kendine duyduğu merhamet…

Merhamet ve empati ekseninde psikoterapiste baktığımızda; empatik olamayan terapist, eşliğin yokluğu ve bağ kopukluğu sebebiyle derin dokuya inemez, aşırı empatik olansa duyguda kaybolduğu için empatik empotans(güçsüzlük) yaşar, manevra kabiliyeti azalır. İkisine de önerilecek olan; kendi duygularını tanımak, kabul etmek, duyguyu cesaretle karşılamayı öğrenmek, köken aileyle interaksiyonları ve içselleştirdikleri ebeveyn figürleri üzerinde çalışmaktır. Bir başkasını anlama ve değiştirme gücü, kendini anlama ve değiştirme gücünden gelir. Ülkemizde zorunlu olmasa da, psikoterapistin kişisel terapi sürecinden geçmesi, az çok kendini ve kendisiyle baş etmeyi öğrenmesi gerek. Çünkü kendini bilmeyen, ötekinden korkar. Korkansa ya kaçıp saklanır, ya savunmadadır, ya da saldırır.

Şule Öncü
15 Şubat 2015

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Merhamet temalı 38. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart